Meleklerin İstiğfarı
وَالْمَلٰٓئِكَةُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِمَنْ فِي الْاَرْضِ
“Melekler Rablerinin hamdini tesbih ederler ve arzdaki herkes için istiğfar ederler.” 42:5
Meleklerin tesbihatından haberimiz var, fakat bu ayet enteresan bir şekilde meleklerin istisna gözetmeksizin arzdaki herkes için istiğfar ettiklerini söylüyor. Neden sadece iman edenlere değil de herkes için istiğfar ediyorlar? Belki daha da önemlisi, hadi tesbih edenleri anladık, istiğfar eden meleklere neden gerek var? Üçüncü bir soru: neden semadaki ve arzdaki her şey (melek) tesbihe katılırken, istiğfar sadece arzdakiler için ediliyor?
Öncelikle tesbih varlık kaynağı ile ilgili bir mesele. Varlıktaki her şey mümkün olduğundan, yani kendisine Kadir-i Muhtar, müşahhas ve mutlak bir varlık kaynağı gerektiğinden, kendi varlığı ve bulunduğu hal ile böyle bir varlık kaynağına işaret ve delalet ediyor ve biz buna varlığı mutlak (kendinden, zati, verilmemiş, bizim varlığımız cindinden değil) olan Vacib-ul Vücud’u tesbih etme diyoruz. Bu sebepten ötürü arz ve semadaki her şey bu tesbihat konserine katılıyor.
İstiğfar günah ile, günah da şerri kesbetmek ile alakalı. Şer sadece arzda var, çünkü arz insanın meskeni. Zaten melekler insanın halife kılınmasına şerre sebep olma potansiyelinden ötürü itiraz etmişlerdi (2:30). Üstü kapalı “ne diye durduk yere bizi onlar için istiğfar ettireceksin?” demiş olmalılar. 😊
Şaka bir yana, nasıl ki tüm alem-i şehadetin tesbih ettiğini varlığa dayandırıyoruz, meleklerin arzdaki insanlar için istiğfar etmesini de yine varlığa dayandırabilmeliyiz.
Günahlarımızdan neden istiğfar etmemiz gerektiğini anladığımızı varsayıyorum. Tasavvuf ehline göre en büyük günah “ben varım” demek. Bu sözü söyleyen kimse varlığı ile Sanatkarına şuurlu bir ayna vazifesi göremeyediğinden, istiğfar etmesi, euzubillah deyip abdest alması ve tüm alemin tesbihatına katılması gerekiyor.
Peki, meleklerin bizim için istiğfar etmesi neden gerekli? Mesela sarı bir çiçek kendisine o rengi veren güneşe ayna vazifesi görerek bir nevi onu tesbih eder. Öte yandan, sarı çiçek rengini her ne mükemmellikte yansıtırsa yansıtsın, ona bakan gözlemci onun tesbihini hiçbir zaman o mükemmellikte ve onu ihata eder tarzda göremeyediğinden ve anlayamayadığından, çiçek-gözlemci karşılaşmasında ortaya çıkan bu noksaniyete bir adres lazım.
“Evet, sen (ey nefsim), benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar değilsiniz; belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var. O da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır.” 18. Söz
Alem-i şehadetteki eşya mahdut bir tabiatta var edildiğinden, gayr-ı mütenahi hayrı güzel bir surette kabule takat getiremeyerek şerre merci olur – sarı çiçeğin güneşin sadece sarı rengini (insana) güzellikle yansıtıp, diğer tüm renklerini yutması gibi (bu temsil ve detayı için şu yazıya bakılabilir). Buna ilaveten, yansıyan renk insanın tercihi, algısı ve sair kısıtlamalarına bağlı olarak genellikle mümkün olan en üst seviyenin altındaki bir seviyede gözlemleniyor – gözlemcinin çiçeğe sisli bir havada bakması ve başka bir zaman da ona bakma imkanı olmaması gibi. Müşahedemiz ihatalı olmadığından, çiçeğin halihazırda yansıttığı Sanatkarına ait özellikleri ancak çeşitli noksanlıklarla ma’lul (maruz) bir tarzda gözlemleyebiliyoruz. Yukarıda alıntıladığım parça (1) insanın ve (2) eşyada gözlemlediği tabiatın alem-i şehadette ortaya çıkan her türlü noksaniyetin adresi olduklarını söylüyor. Meleklerin insanlara istiğfar etmesinin, eşyayı gözlemimizde hem otomatik bir tarzda hem de tercihlerimizin neticesi olarak ortaya çıkan tüm noksanlıkları kapsadığı kanaatindeyim.
Zaman ve mekanla kısıtlı bir insan bir çiçeğin yansıttığı rengi kendi algılama kapasitesinden daha eksik bir şekilde algıladığında, insan, çiçek ve bulundukları ortam (yerel şartlar; local conditions) bu noksaniyetten doğan şerre müştereken merci oluyorlar. Diğer bir deyişle, ortaya çıkan bu şerre insanın enfüsi ve afaki alemleri müştereken merci oluyor. Böyle bir durumda çiçeğin ve ortamın arkasındaki müekkel meleklerin (hayrın / varlığın) ortaya çıkan bu noksaniyeti (şerri) iktisab eden gözlemciye istiğfar etmelerinden bahsedilebilir.
Meşhur çift yarık deneyinden (double slit experiment) biliyoruz ki, gözlemci deneyi ışığın dalga olarak hareket edeceğini düşünerek kurgularsa dalga hareketi gözlemliyor, parçacık olarak hareket edeceğini varsayarsa da parçacık hareketi gözlemliyor. Işık hem dalga hem de parçacık olarak hareket etse de, insan her seferinde bunlardan ancak birisini gözlemleyebiliyor. Dolayısıyla, ışığın meleğinin her iki türden harekete varlık veren Sanatkara iki şekilde de tesbih ettiği, bir yandan da gözlemcinin deneysel kurgusu sebebiyle göremediği hareket türü için o gözlemciye istiğfar ettiği söylenebilir.
Bu düşünceler size ziyadesiyle soyut gelmiş olabilir. Konuyu netleştirmek maksadıyla kişisel hayatımdan bir örnek vereyim. Bir vakit Büyük Sahra çölünün Fas tarafındaki ucunu bir geceliğine ziyaret etmiştik. Çok istememize rağmen, hava biraz sisli olduğundan ötürü yıldızları ve gün doğumunu istediğimiz netlikte göremedik. Yıldızlar ve güneş her zamanki tesbihatlarını yapmaya devam etseler de, bizim onları gereği gibi göremeyişimiz akabinde yaşadığımız hayal kırıklığına onların bizim için ettikleri istiğfar eşlik etmiş olmalı diye düşünmekteyim…
Herkes çöle tesbihat görmek için gitmiyor veya eşyaya yaratıcısı adına bakmıyor diye, bakılan eşyanın müekkel meleklerinin bakanlara istiğfar etmediğini söyleyemeyiz. Herkes zaman ve mekanla kısıtlı ve kendine göre bir mana yolculuğunda. Ben çölün o noktasında sadece o gece ve o anki tesbihat anlayışım ile gözlem yapabilirdim. Nerede insan iradesi ve algısı eşya ile etkileşime geçiyor ve gerçekleşen algıda mümkün potansiyele nazaran bir noksaniyet zuhur ediyorsa, ki bu noksaniyetler insanın eşya ile olan her türlü tecrübesine eşlik ediyor (çünkü eşyayı tabiatsız göremiyor), söz konusu eşyanın tabiatının dizginlerini elinde tutan meleklerin ilgili gözlemcilere istiğfarları ile destek olmaları gerektiğini söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle, melekler tesbihatları ile arzın öğrencisi insana örnek teşkil ettikleri gibi, istiğfarları ile de ona kainatta halihazırda cari olan bir ubudiyyet formuna uymayı ona telkin ediyorlar.
Bizim tesbihimiz ve istiğfarımız aynı şey olmadığı gibi, meleklerin tesbihi ve istiğfarı da aynı şey değil. Melekler günah işlemediklerinden kendileri için istiğfar edemezler. Onlar vekil oldukları eşyada gözlemlenen özellikler ve resmin geneline yaptıkları katkı itibariyle bu alemin Sanatkarını tesbih ederler; istiğfarı ise ettikleri tesbihi yeterince oku(ya)mayan insanlar adına ediyor olmalılar.
İnsanlar önce varlığı eşyaya nisbet etme hatasına düşer, sonra hatalarını anlayıp istiğfar eder ve istiğfarları kalitesinde tesbih edebilirler. Yani insanların istiğfarı tesbihlerini önceler. Bir kimse o ana kadar hangi kalitede istiğfar edebildiyse, ancak o kadar tesbih edebilir. Melekler ise önce ve bizzat tesbih eder, sonra ve insanlar için istiğfar ediyor olmalılar.
Şu sayfada meleklerin mü’minler için hangi zaman ve şartlarda istiğfar ettikleriyle ilgili bazı hadisler var. Fakat 42:5’e göre melekler istisnasız herkes için istiğfar ediyor – aynen rasulullah’ın (asm) kendisini taşlatarak kan revan içinde bırakanlar için “Allah’ım kavmimi bağışla, çünkü onlar doğruyu bilmiyorlar” diyerek istiğfar etmesi gibi. Bu davranışı meleklerin insanlara istiğfarından öğrenmiş olsa gerek. Binaenaleyh, meleklerin istiğfarı hakkındaki hadisleri daha kapsamlı ve kuşatıcı bir tarzda anlamamız gerektiği kanaatindeyim. Mesela,
“Bir kimse namazı kıldıktan sonra diğer namazı kılmak için mescidde beklediği sürece melekler Allah’ın onu bağışlaması için yalvarırlar.”
şeklindeki hadisi
“Bir kimse laboratuvarda deney yaptıktan sonra diğer deney için o laboratuvarda beklediği sürece melekler Allah’ın onu bağışlaması için yalvarırlar.”
şeklinde anlayabiliriz. Dikkat ederseniz “bir mü’min” demedim, zira mü’min olsun veya olmasın, insan eşya ile ilişkiye girdiği anda noksaniyetler otomatik olarak zuhur ediyor. Deneyi yapan kimse laboratuvarda edilen tesbihatı mekan, zaman, zihni birikim, vs. kıstaslarından ötürü ihata edemediğinden, o tesbihatı yapan melekler taşıdıkları hayra gelen halelden ötürü istiğfar ediyorlar ve deneyi yapan kimseyi taşıdıkları manayı daha iyi okumaya teşvik ediyorlar.
Peki, ya deneyi yapan kimse meleklerin taşıdığı manayı okumamaya kendini şartlandırmışsa ve böyle bir manayı görse dahi dikkate almamaya and içmişse? Eğer bilimle uğraşan bir kimsenin durumu hakikaten bu ise, bu durumun şu ayetin kapsamına girdiğini söyleyebiliriz:
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَ
“Ayetlerimizin üstünü örtmüş [2] ve örtmeye and içmiş bir halde (veya içerek) ölenlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve insanların laneti sadece ve sadece onların üzerinedir.” 2:161
İlerlemeyi, yeniliği, bilmediğini öğrenmeyi savunan ve dogmanın karşısında olduğunu söyleyen bilim insanı eğer kendisi böyle bir dogmanın içine bilerek düşerse, o zaman meleklerin gözlemciye olan istiğfarı lanete, teşviki ve telkini buğz etmeye, muhabbeti de nefrete dönüşüyor. İlaveten, ayette geçen ölmeyi bildiğimiz ölüm şeklinde anlayabileceğimiz gibi, arzdaki ayetlerin mana semasını okumamaya and etmenin ölümün ta kendisi olduğu şeklinde de anlayabiliriz. Yani insan manaya aşık olan kendi insaniyetinin ölümünü ayetlerin mana semasını inkar ederek ve onları sükut ettirerek kendisi getiriyor.
Bunun tam tersi de mümkün, zira hadisler [1] meleklerin en çok alimlere yani bilim insanlarına istiğfar ettiklerini belirtiyor. Alem-i şehadetteki eşyanın tabiatını en titizlikle onlar incelediğinden ve yorumladığından, en çok ve en incelikli noksaniyet de onların araştırmalarından zuhur ediyor olmalı ki, bu da onlara meleklerin istiğfarını daha çok celbediyor. İnsanın ve eşyada gördüğü tabiatın varlık maksatlarını gerçekleştirmeye yönelik tekamülleri devam ettiği sürece, yapılan tüm öğretici hatalar affediliyor – her ne kadar yapılan yorumların hatalı olduğunun anlaşılması bazen bize göre çok uzun sürse de.
Rasulullah’ın (asm) günde 70’den fazla istiğfar etmesi de meleklerin istiğfarı ile alakalı olsa gerek. İki günü bir olmayan ve alem-i şehadetten devşirdiği manalar gün be gün ziyadesiyle derinleşen bir kimse, bir gün önceki anlayışındaki eksiklikleri ve meleklerin o eksiklikler için ettikleri istiğfarı daha iyi farkeder ve kendisi de meleklerin dünkü istiğfarını bugün elinden geldiğince etmeyi bir görev bilir, mümkün ve mahluk olanın mutlak ve vacip olan karşısındaki ihatasızlığını ve kifayetsizliğini her gün daha iyi anlar ve varoluşsal anlamda kendini konumlandırmak için meleklerin istiğfarına katılarak o da istiğfar eder. Her gün ve her an, ettiği istiğfar ile kendi varlığının mahiyetinin tanım ve tarifini yapar ve o şuur ile yaşar.
سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوف
- [1] “Bir kimse, ilim elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiyi cennetin yollarından birine sevkeder. Melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunan her şey, hatta suyun altındaki balıklar bile âlim için Allah’a istiğfar ederler. Âlimin âbide üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, mîras olarak altın ve gümüş bırakmazlar; onlar ilmi miras bırakırlar. Kim bu mîrâsı alırsa, büyük bir nasip almış olur.” (EbûDâvûd, İlim, 1/3641; Tirmizî, İlim, 19/2682. Ayrıca bkz. Buhârî, İlim, 10; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
- [2] Kefera (كفر) fiilinin temel anlamı bir şeyi örtmek. Kur’an kontekstinde vahyin getirdiği mesajı, yani her şeyin Yaratıcıyı gösteren bir ayet (işaret, alamet) olduğu gerçeğini örtbas etmek demek.