Hayrı Kabul Etmek ve Şerre Merci Olmak

18. Söz’de şöyle bir parça var:

“[Ey nefsim] sen, benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar değilsiniz; belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var. O da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır.”

Fail-münfail meselesine girmeden önce, fiilleri hayır ve şer olarak iki gruba ayırmak lazım. Hayır fiiller varlığı koruyor ve artırıyor – ağaç yetiştirmek gibi. Tahrib cinsinden olan şer fiiller ise varlığı azaltıyor ve yok ediyor – bir evi yakmak gibi. Bu parçada hayır fiillerden bahsediliyor.

İkinci bir husus, müellif “fâil ve masdar değilsiniz” cümlesi ile hayır fiillerin Yaratıcıya bakan vechesinden bahsediyor. “Fail değilsin” ile hayır fiillerimize varlık verenin biz olmadığımızı, “masdar değilsin” ile de hayır fiillerimizin husule gelmesini istemenin de bize ait olmadığını söylüyor. Zira varlığı sevmek ve artmasını istemek de bize verildi. Dolayısıyla, elimizde hayır fiilimizi kabul etmekten ve münfail yani fiilin zuhur ettiği mahal olmaktan başka bir seçenek yok – onun Yaratıcıya bakan vechesini dikkate aldığımızda.

Yukarıdaki parçada şerre merci olduğumuz da söyleniyor. Bu dünyadaki rolümüzün hayrı kabul etmek ve şerre merci olmak şeklinde özetlenmesi kolay yutulur bir lokma değil. Biz hasbelkader biraz olsun kıymet kazanmaya çalışırken, bu tür cümleler moralimizi bozuyor. Hayır namına elinden hiçbir şey gelmeyen, şerleri ise kolayca edinen insanın ne kıymeti olabilir ve insan buna nasıl rıza gösterebilir?

Meseleyi bir temsil ile zihne yaklaştırmak faydalı olabilir. Mesela, sarı bir çiçeğin renginin kaynağının çiçeğin kendisi değil güneş olduğunu biliyoruz. Sarı çiçek, kendisine gelen güneş ışığında saklı nihayetsiz sayıdaki rengin hepsini yutup sadece sarıyı (insana [7]) yansıtır. Yansıtmadığı onca rengi dikkate aldığımızda, sarı çiçeğin tabiatının [8] tabir yerindeyse bir “renk katliamı” yaptığını söyleyebiliriz. Çiçeğin bizim gibi duyguları olsa, herhalde “yazık bunca katlettiğim renklere; ben olsam beni böyle yaratmazdım” der, sarı rengi güzel yansıtıyor olmak onu teselli etmezdi. Bu derdine derman bulabilmesi için, renk yutmanın gerekliliğini anlaması ve sadece kendine odaklanmak yerine, diğer çiçekleri de içine alan bütüncül bir bakış açısı edinmesi gerekli. Değilse, ona “yaptığın katliamı görmezden gel, onun yerine güzelim sarı rengine bak” dememiz onu tatmin etmez.

Benzer şekilde, biz de çok çok kısıtlı istidatlarımız ile bir nevi istidat katliamı yapıyoruz ve mutsuz oluyoruz. Hem bize verilmeyen istidatlar (mesela kayda değer bir müzik kabiliyetimizin olmaması), hem de verildiği halde geliştirme imkanı bulamadığımız istidatlar hakkında sarı çiçeğinki veya İmran’ın hanımınınki [6] gibi bir hayal kırıklığı yaşıyoruz ve bu duruma çok içerliyoruz. Vahye ve risalete ihtiyaç tam da bu noktada zuhur ediyor. Zira bu iş bize kalsa, ortaya hayır namına bir şey koymamızın zorluğu ve olanı berbat edebilmemizin kolaylığı karşısında, hiçbir halimizi hakiki anlamda beğeneceğimiz yok. “Neden öyleyim de böyle değilim; bir türlü istediğim gibi olamıyorum” demekten kendimizi alamıyoruz.

İnsanın kendisiyle ilgili bu temelli problemine deva olsun diye söylenmiş şöyle bir söz var:

“Her şeyin, her zîhayatın neticesi, hikmeti, kendine ait bir ise, Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir.” 30. Söz

Eğer bu önerme doğruysa, hayatımızı sadece bize bakan neticesi ve hikmeti açısından değerlendirmemizden ötürü kendimizde bir kıymet göremiyor olabiliriz. Hayatımızın Yaratıcıya bakan ve nihayetsiz olduğu söylenen neticelerini ve hikmetlerini dikkate alabilsek, belki de kendimizde görmek istediğimiz kıymeti ziyadesiyle bulmamız mümkün olacak.

Sarı çiçek temsilini bu önerme ile bağdaştırırsak, bu çiçek hayatının neticesinin ve hikmetinin sadece kendisiyle alakalı olmadığını, kendisine varlık verene dair kendisinde derc edilmiş sayısız neticeler ve hikmetler olduğunu görmeli. Bir öğretmenin ona varlık kaynağını tanıtması, sarıyı yansıtma kabiliyetinin ve sarı dahil tüm renkleri sevmenin kendisine ait olmadığını anlatması lazım. Bunlara ilaveten, öğretmenin sarı çiçeği kendisinin de içinde bulunduğu çayıra (güneşe değil) yüksek bir zaviyeden baktırması lazım ki, oradaki renk katliamları neticesinde ortaya çıkan renk cümbüşünün güzelliğini ona göstersin. Ancak bunlardan sonra sarı çiçek kendisinde sadece tek bir rengin yansımasını güzel bir kabul ile kabul edebilir.

O halde istidatlarımızdaki farklığın gerekliliğini ve büyük resme katkısını bütüncül bir nazar ile görebilirsek, hem bize verilen hem de verilmeyen istidatları rıza ile kabul edebilmemize imkan veren bir yol önümüzde açılıyor olmalı. Vahiyden öğrendiğimiz kadarıyla, Rabbin bizden razı olması da (98:8) böyle bir kabulün neticesi olacak. Zira “cüz'î iradeyi irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmış” (26. Söz).

Şimdi, temsildeki sarı çiçeğin kabiliyetini bir miktar artırıp, renkleri sevmesine rağmen, rengini göstermemeyi yani şerri seçebileceğini düşünelim. [5] Normal şartlar altında sarı çiçeğin böyle bir tercih yapmaması lazım. Fakat eğer ki hakikaten tercih sahibiyse, sırf tercihini kullanmak adına da olsa, bazen de rengini göstermemeyi seçecek. [1], [2] Benzer şekilde, bize cüzi irade ve şerri kesb etme imkanı verilmesi varlığın büyük resmi itibarıyla nihayetsiz güzel iken, bilerek veya bilmeyerek meftun olduğumuz varlığı azaltan tercihlerde bulunabiliriz – yazı yazma kabiliyetimizi geliştirmeyerek çürütmemiz gibi. [3] Bize cüzi irade verilmesinin önemini, gerekliliğini, kıymetini ve iradi tercihlerimizin varlığın bütününe olan katkısını bir nebze olsun görebilmeliyiz ki, istidatlarımıza ilaveten irademizi de yaptığımız tüm güzel ve çirkin tercihlerle barışık bir halde rıza ile kabul edebilelim ve Kadir-i Muhtar’ın irade sahibi olmamızı irade etmesinden razı olabilelim.

Yukarıda alıntılağım parçanın devamındaki şu cümle bence kritik öneme haiz:

“Hem siz birer perde yaratılmışsınız, tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyenin tenzihine vesile olasınız.”

Bu cümle sanki kendi içinde çelişkili gibi. Sanatkarı yaptığı sanat eseri ile tanıyorsak, sanat eserindeki eksiklik nasıl oluyor da sanatkara bulaşmıyor? Bu gayet mantıklı bir itiraz, fakat geçerliliği eserde gözlemlediğimiz eksikliklerin hakikaten eksiklik olup olmadığına bağlı. Cümlede geçen zahiri kelimesi gözlemimizle vardığımız sonucun doğru olmayabileceğine, daha tecrübeli ve eğitimli bir gözlemcinin bizim eksiklik gördüğümüz yerde kemal, çirkinlik gördüğümüz yerde ise güzellik görebileceğine işaret ediyor. Zaten müellif bir sonraki parçada hüsn-ü bizzat ve hüsn-ü bilgayr ayrımına giderek bu konuyu açıklıyor. Şimdilik zahiri çirkinliğin hakikatte güzel olup olmadığını bir kenara bırakıp, tenzihe vesile olma meselesini anlamaya çalışalım. Zira tenzih meselesi zîhayatın Sâniine ve Fâtırına ait neticelerini ve hikmetlerini anlayabilmemiz açısından önemli.

Sarı çiçek temsiline geri dönersek, sarı hariç tüm renklerin yutulmasına çirkin diyoruz. Yukarıdaki cümle bu çirkinlikten maksadın yutma fiilinin çiçeğe isnad edilmesi ve çiçekte yansıyan ışığın kaynağının tüm noksanlardan tenzih edilmesi olduğunu söylüyor. Temsil gereği ışığın kaynağı olan güneşe direk bakamadığımızdan, güneş ışığının özelliklerini tanımak için çiçek gibi aynalara ihtiyacımız var. Bu aynalar güneş ışığının şiddetini azaltarak (yutarak) yansıtmamalılar ki, aynalara bakabilelim. Değilse, güneşe bakamadığımız gibi çiçeklere de bakamazdık. İlaveten, her bir çiçek güneş ışığının içerdiği sayısız rengi tek bir renge indirgemeli ki, o rengi tanıyabilelim ve başka çiçeklerde yansıyan diğer renklerden ayırt edebilelim. Demek ki ışığın kaynağı olan güneşi ancak çiçeklerin farklı farklı şiddet ve renk azaltma (şer, zahirî çirkinlik) faaliyetlerine isnad ederek tanıyabiliyoruz ve diyoruz ki, güneş ışığı tüm çiçeklerde yansıyan renkleri içinde barındırır ve çiçeklerin fonksiyonel açıdan kıymetli noksaniyetleri güneş ışığında bulunmaz. Diğer bir deyişle, her bir çiçek, tabiatı gereği, tek bir rengi o rengin hakikatteki şiddetini azaltarak yansıtıp güneş ışığını kendine has bir tarzda tanıtırken, yansıttığı renkteki mahdudiyetin güneşte olmadığına şehadetiyle de sarı rengin hakikatini tenzih eder. Sarı çiçeğin bu tanıtımı ve tenzihi, güneş ışığındaki sarı rengin hakikatinin kemali ölçüsünde kıymet kazanır.

Benzer şekilde, biz de istidatlarımızda ve irademizde tecelli eden esma ve sıfatlara kapsamlı birer ayna mesabesindeyiz. Her birimiz kendine has istidadi kombinasyonlar ve iradi tercihler ile o esma ve sıfatları her an farklı farklı ve mahdut yani sınırlanmış bir tarzda tanıtıyor. Bu kendine has tanıtımlar sınırlı sayıdaki ve seviyedeki istidatlar ile olmalı ki, biri diğerinden ayırt edilebilsin. Bir şeyin sınırlanması da ona noksaniyet girmesiyle aynı şey. Yani her bir insan her bir anda nihayetsiz kıymetteki esma ve sıfatları kendine has ve diğer her şeyden farklı bir tarzda yansıtarak onların sahibini tanıtırken, bir yandan da (madalyonun diğer yüzünde) mahdudiyeti ile varlık kaynağı olan esma ve sıfatları tenzih ediyor, kendisinde olan sınırlılığın onlarda olmadığını ve onların mutlakiyetini ilan ederek nihayetsiz bir kıymet kazanıyor.

Bu da demektir ki, şerre merci olmak bizim için gayet güzel bir vazife olarak görülebilir. Peki, ya şerre sebep olmak?

“Yalnız bir tesiriniz var. O da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır.”

Şerre merci olmak ile şerre sebep olmak aynı şey değil. Aynalık vazifemizdeki kıymeti görebildiğimiz ölçüde bu vazifemizi rıza ile kabul edebiliyoruz. Vazifemizin mahiyetini anlamadığımız zaman ise ya bizde yansıyanları sahiplenerek veya istidatlarımızın üzerine düşmeyip onları körelterek şerre sebep oluyoruz. En nihayetinde kabiliyetsizliğimiz yani vazifemizi kabul etmedeki eksiğimiz ve sınırlılığımız da kıymetli, zira kabiliyetsizliğimiz olmasaydı, güzel bir surette kabul etmeyi öğrenemezdik ve onun Vehhab ismine mahdut bir kabul aynası olamazdık. [4]

Kıymet arardım nefsime, şerre merci olmak ona kıymet imiş

Kemal isterdim kendime, noksaniyet bana kemal imiş


  1. [1] Adem’in (asm) yasak ağaca yaklaşması veya konuşmayı yeni öğrenen bir çocuğun sürekli “hayır” demesi, “benim de iradem var” dercesine herşeye itiraz etmesi gibi.
  2. [2] Sarı çiçek güneşin ışığını (Kadir olan varlık kaynağının kendisine verdiği istidadı) yansıtma görevini bıraktığı anda, bu sefer iradesinin külli irade sahibi Muhtar kaynağını yansıtmakla, bilerek veya bilmeyerek aynalık görevini yapmaya devam ediyor. Dolayısıyla, her ne kadar insana ademî tercihler yapabilme kabiliyeti verilmişse de, aynalık yani ubudiyet görevini bırakma tercihi verilmemiş.
  3. [3] “Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.” 26. Söz
  4. [4] “Emaneti insan yüklendi. Süphesiz o nihayetsiz zulüm(at) ve cehalet içindedir.” 33:72 ve “Çok az şükrediyorsunuz.” 67:23
  5. [5] “Fakat seyyiâtı isteyen nefs-i insaniyedir: ya istidat ile, ya ihtiyar ile.” 26. Söz
  6. [6] “Ey Rabbim! Onu kız doğurdum. Kız oğlan gibi değildir.” 3:36
  7. [7] İnsan onu sarı görür. O dalga boyunu görmeye kabiliyeti olmayanlar çiçeği o renkte göremez.
  8. [8] Biz eşyayı her zaman belli bir tabiatta algılarız, zira eşya ve eşyanın tabiatı bizim için ayrılmaz bir bütündür. Dolayısıyla, baştaki alıntıda geçen “âlemdeki tabiat” tabirindeki âlem kelimesi insanın hususi alemine işaret eder: “Şu görünen umumî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler, umumî âlemin aynıdır. Yalnız umumî âlemin merkezi şemstir. Hususî âlemlerin merkezi ise şahıstır.” Habbe risalesi