İlim, malûma tâbidir
Nursi “kader, ilim nev’indendir; ilim, malûma tâbidir” konusunu açıklarken şu kritik cümleleri kullanıyor:
“Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet [1] tasavvur edilsin. … Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ‘ezel’ deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.”
Bu konuyla ilgili bir süredir zihnimi şu iki soru kurcalıyor: (1) kendini ezel ilminin haricinde tevehhüm etmekten kasıt nedir ve (2) bunun ilmin maluma tabi olmasıyla ne alakası var? Bu sorulara tatminkar cevap verilmediği sürece, “ilim, malûma tâbidir” kaidesinin de gereği gibi anlaşılamayacağına kanaat getirdim.
Eğer malum ilme tabi olsaydı, hadiseler Yaratıcı onların nasıl olacağını bildiği için onlar öyle olurdu. Bir başka deyişle, Yaratıcının ezeli ilmi ve külli iradesi hadiselerin zaman boyutunda ardı sıra nasıl şekil alacağını daha en baştan belirliyor. Böyle bir anlayış insanın cüzi iradesini icra edeceği bir alan bırakmıyor, çünkü kaderimizde en baştan ne yazılmışsa (predestination) onu yaşamak mecburiyetindeyiz ve kaderimiz seçimlerimizi bize icbar ediyor demek zorunda kalıyoruz. Ezeli ilim ve külli irade herşeyi karara bağladıktan sonra, cüzi iradenin ne fonksiyonu olabilir? Bu problemli anlayış vücudun yani malumun ilme tabi kılınmasından, bu da usulün kaçırılmasından kaynaklanıyor.
Eğer söze Allah’ın ezeli ilmine vurgu yaparak başlıyorsak, malumu yani harici (ortaya çıkmış) vücudu olan şehadet alemini O’nun ezeli ilmine tabi kıldık demektir. Halbuki usul gereği istisnasız hep an itibariyle müşahade ettiğimiz harici vücud giymiş varlıktan (malumdan) başlamamız gerekiyor. Hakkında bilgi edinmekte olduğumuz bu alem ve içindeki eşya nasıl varlık bulmuş olabilir? Bu sorunun cevabı ancak ve ancak mutlak kudret ve mutlak irade ile verilebilir:
“Çünkü, malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.”
Eşyanın harici vücudu ilime değil kudrete istinad eder, çünkü gözlemlediğimiz evrenin fiziksel gerçekliğine varlık verebilmek için öncelikle mutlak bir kudret lazım. Eşyanın harici vücudu ilime değil iradeye bakar, çünkü hem mümkin eşya kendi kendine varlık veremez, hem de her an evrenin mümkün olan nihayetsiz konfigürasyonlarından (imkanat) biri seçilerek nazarımıza sunulmakta. Bu iki tesbit bize Kadir-i Muhtar [2] bir yaratıcı anlayışını kazandırıyor.
Peki, ya eşyanın ezeli ilimle olan ilişkisi? Yaratıcı ne yarattığını bilmiyor mu? Elbette biliyor olmalı ve fakat bunu ancak varlığa bakarak söyleyebiliriz. Varlığa bakmadan ve varlıktan başlamadan Yaratıcı hakkında tek kelam etmemeliyiz. Edenlerin sözleri “temelsiz bir iddia”dan (إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَاۤىِٕلُهَا 23:100) öteye geçemiyor.
Varlığa baktığımızda ilk farkettiğimiz şey eşyanın harici, fiziksel bir vücudu olduğu. Aynen bir bebeğin herhangi bir ilim edinmenin çok öncesinde etrafındaki eşya ile tanışması ve akabinde iradesini kullanarak onlarla ilişkiye geçmesi gibi, Yaratıcının ilmini de onun eserleri üzerindeki kudret ve irade tecellilerini gördükten sonra tanıyoruz. Zira burası kudret ve irade alemi. [3] Hem fıtrat hem de usul gereği ilmi kudrete ve iradeye tabi kılıyoruz. Eşya hakkındaki ilmimiz maluma yani onların harici vücuduna tabi olduğu gibi, Yaratıcının ezeli ilmi hakkındaki kanaatimiz de O’nun kudreti ve iradesi ile icra ettiği faaliyetlerine tabi.
Bunun bir başka ifadesi şöyle:
“Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar.”
Masdar kaynak, mistar da şablon demek. Kaynak şablondan önce gelir. Eşyanın kudret eseri olduğunu hemen farkederiz. O eşyanın görünmez bir şablona / kalıba yerleştirildiğini ise sonradan anlarız. Kudret kalemi varlık yazısını yazmasaydı, kaderin o yazının hudutlarını belirlediğini bilemeyecektik. Bu sebepten olsa gerek, Nursi kader ve cüz-ü ihtiyarînin imanın nihayet hududunda olduğunu, nihayette konuşulması gerekeni baştan gündeme getirenlerin konuyu anlamadığını belirtmiş.
O halde, gözlemcinin “kendisini ilm-i ezelinin haricinde tevehhüm etmesi” ne demek? Bu, “ben benim, Sen sensin” diyen, yani kendi varlığını Yaratıcının kudretinden ve iradesinden bağımsız gören kimsenin haline benziyor. Kudreti ve iradeyi usulüne uygun tanımamış bir kimsenin ezeli ilimden yana da nasibi pek az olur. Kendi varlığını Rabbin kudret ve iradesinden bir derece bağımsız gördüğü gibi, kendi ilmini de ister istemez ezeli ilmin dışında bırakır. “Buraya kadar benim, bundan sonrası Senin” dediği gibi, “ben nasıl (zaman boyutunda) biliyorsam, Sen de benim gibi ve fakat benden nihayetsiz fazla (zamanın en başından) bilirsin” der. Kudretin ve iradenin mutlakiyetini varlıktan başlayarak anlamamış kimse, ezeli ilmin zaman üstü mahiyetini de gereği gibi muhakeme edemez.
******
Bu konuyla ilgili olarak akla gelebilecek bir soru: Madem Yaratıcının bilmesini zaman boyutuna yerleştirmeyeceğiz, aşağıdaki ayet neden her bir şeyin önceden bilindiğini söylüyor?
مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَا
“Yeryüzünde ve aranızda / içinizde / nefsinizde size isabet etmiş hiçbir şey yoktur ki, biz onu ortaya çıkarmadan önce bir kitapta kayıtlı olmasın…” 57:22
Ayet zaman boyutunda akleden insana ihtiyacına göre konuşuyor. Kudret ve irade eserlerine bakarak tanıdığımız Rabbin başımıza gelen olumlu ve olumsuz hadisleri öncesiyle ve sonrasıyla bildiğini bilmeye ihtiyacımız var, ki böylece:
لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَٓا اٰتٰيكُمْ
“… elinizden çıkmış olana üzülmeyesiniz ve (Allah’ın) size vermiş olduğu (nimetler) ile gurura kapılmayasınız diye.” 57:23
“zaten kaybedecek olduğumuzu kaybettik ve zaten kazanacak olduğumuzu kazandık” diyebilelim; ne kaybedip ne kazandığımıza takılmak yerine, şu anki dersimize gereği gibi odaklanabilelim. [5]
Buna ilaveten, hem 57:22 hem de 57:23’de kullanılan fiiller geçmiş zaman kipinde. Yani ezeli ilmin başımızdan geçmiş hadiseleri geçmezden önce bildiği bize söyleniyor. Kendi zaviyemizden baktığımızda malum (kudret / irade eserleri) önce ilim sonra gelirken, Yaratıcının zaman üstü zaviyesinden kudret ve irade ezeli ilme göre faaliyetlerini icra ediyor. Biz önce kudretin yazdığı yazıyı, sonra o yazıya hatlarını veren şablonu farkediyoruz. Kur’an ise kudret kalemi yazıyı yazmadan (kaza etmeden) önce kaderin o yazının hatlarını belirlediğini bize haber veriyor. Fakat unutmamak lazım ki, ilm-i ezelinin kudreti ve iradeyi öncelemesinin zaman üstü bir mahiyeti var ve bu ilmin kudrete ve iradeye tabi olmasına engel değil. Kur’an Yaratıcının zaviyesinden konuşur; biz o zaviyeden konuşamayız ve muhakeme edemeyiz. Bizim görevimiz o konuşmanın kendi zaviyemizden tahkik ve tasdikini yapmaktan ibaret.
57:22-23’deki fillerin geçmiş zaman kipindeki kullanımının 26. Sözdeki karşılığı şu şekilde:
“Evet, mânen terakkî etmeyen avam içinde, kaderin câ-yı istimâli var. [4] Fakat, o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader meselesi, teklif ve mesuliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş. Cüz-ü ihtiyarî, seyyiâta merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.”
Mâziyat ve mesâib, bize isabet etmiş tüm olumlu ve olumsuz hadiseler demek. Kaderi yani ilm-i ezeliyi anlamaya çalışıyorsak, maksadımız kaybettiklerimize olan hayıflanmamızı ve kazandıklarımız üzerindeki hak sahipliğimizi (entitlement) minimum seviyeye indirmek olmalı. Kaybettiklerimizin kaybetmezden önce ve kazandıklarımızın kazanmazdan önce rahmet ve hikmet sahibi bir Rab tarafından bilindiğini bilmeye hüzün ve gurur yaralarımızdan ötürü ihtiyacımız var. Geleceğe dair cüzi iradenin sorumluluğuna giren meselelerde ise kaderden bahsetmeye ne gerek ne de izin var. Yalnız şu söylenebilir: Kadir-i Muhtar Yaratıcı bizim ve diğer irade sahiplerinin tercihlerini dikkate alarak bu alemi yenilemeye, kudret kalemi yeni satırlar yazmaya devam edecek ve bu satırlar da kaderin zamanüstü bir tarzda belirlediği şablonlara göre yazılacak. Cüzi İrade başlıklı yazıda ifade etmeye çalıştığım gibi, bizim görevimiz fiiliyatımız ve seçimlerimiz ile Kadir-i Muhtar’ı tanımak. Bu da aktif bir tarzda cüzi iradeyi kullanmadan ve dinin getirdiği sorumluluğu üstlenmeden olmuyor.
- [1] Cebriye, mecburiyet ve icbar aynı kökten gelen kelimeler. İcbar etmek, mecbur bırakmak demek. Hem geçmişe hem de geleceğe kader cihetinden bakarak kaderciliğe yol açan anlayışa Cebriye deniyor.
- [2] Geçmişte bu hususta çok tartışmalar olmuş. Müslüman filozofların soyut ve kainattan el çekmiş bir yaratıcıya vurgu yapmaları üzerine kelam alimleri yaratıcının Kadir-i Muhtar olduğunu savunmuş, filozoflar onları antropomorfik bir yaratıcıya inanmakla itham etmiş, vs. Risalelerin bize kazandırdığı usul bize Kadir-i Muhtar bir yaratıcı anlayışını benimsetiyor.
- [3] “Amma Kitab-ı Mübîn ise, âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyade kudret ve irade-i İlâhiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübîn kader defteri ise, Kitab-ı Mübîn kudret defteridir. Yani, herşey vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuûnâtında kemâl-i san'at ve intizamları gösteriyor ki, bir kudret-i kâmilenin desâtiriyle ve bir irade-i nâfizenin kavâniniyle vücut giydiriliyor suretleri tayin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor.” 30. Söz, 2. Maksat
- [4] Bu enteresan cümlenin bir açıklaması için Fiilin Bidayeti başlıklı yazıya bakılabilir.
- [5] Hezimetle biten bir futbol maçı akabinde spikerin “ne düşünüyorsunuz?” sorusuna “[dersimizi aldık ve] önümüzdeki maçlara bakıyoruz” cevabını veren teknik direktörün durumu gibi. 🙂