Cüzi İrade
Cüzi irade meselesi kelamcılar arasında ziyadesiyle tartışılmış. Mutezile [13] “fiil insana verilmediği takdirde insanın iradesinden ve sorumluluğundan bahsedemeyiz” demiş. Cebriye ise Yaratıcının herşeyin hakiki faili ve külli irade sahibi olduğunu vurgulayarak “biz fiillerimizin sahibi değiliz, fiillerimiz bizim etkimiz olmaksızın ilâhî irade ve kudretin tesiriyle gerçekleşir, bize düşen tevekkül etmek” demiş. Biz bu iki pozisyonu ifrat ve tefrit olarak görüyoruz. Fiillerimize varlık vermediğimizi ve fakat tercihlerimizi sahiplenmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Öte yandan, genel itibariyle tercihlerimize ilaveten fiillerimizi de sahiplenerek, Mutezili bir tarzda konuşuyoruz ve yaşıyoruz.
Geçmişe kader cihetiyle, geleceğe ise iradi sorumluluğumuz cihetiyle bakmamız gerektiğini biliyoruz. [1] Fakat yapacağımız her seçim ve o seçimlerin sonuçları birgün mutlaka geçmişte kalacaksa ve onlara da kader cihetiyle bakacaksak, istikbale bakan kararlarımızdan sorumlu olmamız bizim için [3] ne kadar ikna edici? İradesi külli olan Kadir-i Muhtar bir yaratıcının yanında bir başkasının tercih sahibi olması mümkün mü? Bu konu Nursi’nin ifadesiyle “İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunda” yani bir hayli ince ve çetrefilli. Belli bir derece çözümlememiz gereken, fakat hallettim demekte zorlanacağımız bir mesele diye anlıyorum.
Mutezile insanın fıtratında ve vicdanında varlığını hissettiği seçme kabiliyetinden ve dilin günlük kullanımından yola çıkarak ve adaleti esas alarak “kul fiilinin yaratıcısıdır” demiş, fillerimizi bize atfederek onlardan sorumlu olduğumuzu söylemiş. Ehl-i Sünnet alimleri “kul birşey yaratamaz ve bu bizim sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz” demişler. Sorumluluğun nasıl ortadan kalkmadığı ise muğlak kalmış. Her zaman gündeme gelen “imtihan sırrı” burada da geçerli, yani herkes sorumluluğunu kendisi için elinden geldiğince temellendirmekten sorumlu.
Neden ve nasıl sorumlu olduğumuzu temellendirmek adına, öncelikle Kur’an’da Mutezileye verilen cevaba bakalım:
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْۖ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰى
“Onları siz öldürmediniz, bilakis onları Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, bilakis Allah attı.” 8:17
Bu ayette “attığında sen atmadın, Allah attı” diyerek fiile varlık verenin ve fiilin sahibinin Yaratıcı olduğu söyleniyor. Biz ise kahir ekseriyetle fiillerimizi kendimize atfediyoruz. Vahiy bunu Bedir savaşındaki bir örnek üzerinden tüm insan fiillerine teşmil ederek düzeltiyor.
Yukarıdaki ayeti genellikle Rasulullah (asm) toprağı müşriklere atmayı tercih etti, Allah da o fiile ve sonuçlarına varlık verdi şeklinde anlıyoruz. Her ne kadar bu anlayış doğru olsa da, biraz sonra değineceğim gibi, cüzi iradeyi etraflıca açıklamaktan bir hayli uzak. Mesela şu temsilde böyle bir cüzi irade anlayışı tasvir ediliyor:
“Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.” 26. Söz
Temsildeki çocuğun iradesi insanın cüzi iradesine, onu omzunda taşıyan kişi de Kadir-i Muhtar Yaratıcıya tekabül ediyor. Temsilin amacı, çocuğu taşıyan kişinin ihtiyarı ile çocuğun ihtiyarını birbiriyle ilişkilendirmek ve çocuğun sorumluluğunu net bir şekilde göstermek olduğundan, nereye gidileceği hususundaki tercihi çocuk yapıyor ve taşıyan kişi çocuğun kararına karışmadan onu harfiyen yerine getirmeyi tercih ediyor. Halbuki biz biliyoruz ki, gerçek hayatta Yaratıcı her istediğimizi yapmıyor. Dualarımızı bazen kabul ediyor, bazen de etmiyor. Eğer yukarıdaki temsil insanın cüzi iradesini O’nun külli iradesi ile ilişkilendirmenin yanında, cüzi iradenin külli iradeyi tanımak için verildiğini de anlatmaya çalışsaydı, çocuğu taşıyan kişi “nereyi istersen seni oraya götüreceğim” demeyecek, bazen onun istediği yere, bazen de başka bir yere götürecekti.
Allah’ın külli iradesinin emrimize amade olmamasının yanında, bizdeki istek ve meyelanların da bize verildiğini dikkate almamız gerekir. Hayır işlemeyi ve iyi bir insan olmayı istemeyi, güzeli sevmeyi, fenadan elem çekmeyi, vs. biz yapmadık. Bunların hepsini kendimizde hazır bulduk ve bizimmiş gibi kullanageldik. Vahyin önemli bir fonksiyonu, bizdeki özelliklerin hakiki sahibinin kim olduğunu ve onları nasıl kullanmamız gerektiğini bize öğretmek. Yukarıdaki temsildeki çocuğun gezmeyi istemesine de varlık verildiğini dikkate alırsak ve dağda gezmenin güzel ve fıtri bir davranış olduğunu varsayarsak, çocuğun neden sorumlu olduğu gözümüzde netliğini kaybeder. Temsili veren müellifin “teşbihte hata olmasın” diyerek konuya başladığının farkındayım. Demem o ki, işin farklı yönlerini dikkate aldığımız takdirde, sadece bu temsile bakarak “insan mes’uldür” dememiz mümkün değil. Sorumluluğumuzu kavlen de olsa kabul etmeye dünden hazır dindar kimseler olduğumuz için, temsili okuduğumuzda “bak gördün mü, demek ki sorumluyuz” deyiveresimiz geliyor. Halbuki konu bu kadar basit değil.
8:17’ye geri dönersek, toprağı müşriklere atma hadisesinde Yaratıcıya verilmesi gereken sadece atma fiiline varlık verilmesi değil. Mesela hakkın galip gelmesini ve müşriklerin mağlup olmasını istemeyi de Rasulullaha (asm) veremeyiz, çünkü kendi isteklerimizi biz yapmadığımız gibi, o da bu tür istekleri yapmadı, bilakis onlar ona verildi. Bu isteklere ilaveten, yapılan tercihin gerisinde birçok duygu, düşünce, kabiliyet, eğitim, vs. var ve bunlara da varlık verildi. Ayet bahis konusu fiil ile alakalı varlık verilen herşeyi zikretmeye kalksaydı, herhalde sonunu getiremezdi. Dolayısıyla bunlar ayetin listeleyemeyeceği ve fakat bizim göz önünde bulundurmamız gereken noktalar. O halde, eğer verilmesi gereken her “hayrı” Yaratıcıya verirsek, ortada Rasulullaha (asm) verecek bir hayır kalır mı? Kalır ise, nedir o hayır?
Bunlar sadece bizim gibi dindarların soruları değil. Mesela biyoloji kökenli bazı bilimsel çevrelerde insanın iradesinin serbest olmadığı söyleniyor (örnek için bakınız). Bu görüşü Cebriye 2.0 şeklinde nitelendirebiliriz. Eski Cebriler dinin öğretisini temele alarak kaderci olurken, bu zamanın Cebrileri bilimsel bulgulardan yola çıkarak insanın iradesini reddediyorlar. Detaylar için linkini verdiğim kaynağa veya yazarın söyleşilerine bakılabilir.
Kur’an’da Cebriyenin pozisyonunu destekler tarzda yorumlanabilecek ayetlere rastlamak mümkün. Mesela:
اِذْ اَنْتُمْ بِالْعُدْوَةِ الدُّنْيَا وَهُمْ بِالْعُدْوَةِ الْقُصْوٰى وَالرَّكْبُ اَسْفَلَ مِنْكُمْۜ وَلَوْ تَوَاعَدْتُمْ لَاخْتَلَفْتُمْ فِي الْم۪يعَادِۙ وَلٰكِنْ لِيَقْضِيَ اللّٰهُ اَمْرًا كَانَ مَفْعُولًا
“O zaman siz vadinin yakın ucunda, onlar da uzak ucundaydı; kervansa sizden hayli aşağıdaydı. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz zamanı bu kadar isabetli tutturamazdınız – Allah’ın mukadder [2] bir işi gerçekleştirmesi için (böyle oldu).” 8:42
Bu ayette bahis konusu iki grubun mukadder bir iş (çarpışmaları) için belli bir zaman ve mekanda buluşturulduğu söyleniyor. Yani “siz çarpışasınız diye afaki koşulları en ince ayrıntısına kadar biz hazırladık” deniyor. Buna ilaveten, takip eden ayetlerde enfüste olan bitene de müdahale edildiğini görüyoruz:
وَاِذْ يُر۪يكُمُوهُمْ اِذِ الْتَقَيْتُمْ ف۪ٓي اَعْيُنِكُمْ قَل۪يلًا وَيُقَلِّلُكُمْ ف۪ٓي اَعْيُنِهِمْ لِيَقْضِيَ اللّٰهُ اَمْرًا كَانَ مَفْعُولًا
“Ve işte onlarla karşılaştığınız vakit onları sizin gözünüze az gösteriyordu, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu – Allah’ın mukadder bir işi gerçekleştirmesi için.” 8:44
Buradan anlıyoruz ki, afaktaki şartlara ilaveten enfüste olan bitene de müdahale edilerek ne mukadder ise o yapılıyor. Bunları düşününce akla gelen sorular: Yaratıcı her an her şeye müdahale ediyorsa, bizim bir seçme kabiliyetimiz ve sorumluluğumuz nasıl olabilir? Olabilirse, biz neyi seçebiliriz ve neden sorumlu oluruz?
Bu yazıdaki amacım, cüzi irade meselesini biraz daha temelli düşünmeye çalışmak. Konu cüzi irade olduğunda, dindar reflekslerimiz genellikle Cebriyeyi ciddiye almamıza engel oluyor ve bu ekol neredeyse otomatik olarak denklemden düşüyor. Günlük hayatımızda fiillerimizi kendimize atfetme hatasına düştüğümüzü bildiğimiz için, mücadele etmemiz gereken bir anlayış olarak karşımızda Mutezile duruyor. Belki de Cebriyeyi de önemsemeliyiz ve belki cüzi iradeyi temellendirirken bu iki anlayışı yanlışlamanın ötesine de geçmemiz gerekiyordur.
Bundan neyi kastettiğimi açıklamadan önce, ana vazifemizin Yaratıcının esmasını talim etmek olduğunu hatırlayalım. Bunun nasıl olduğunu mesela şu parça üzerinden düşünebiliriz:
“İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur" diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.”
Kendimizde belli bir kudret ve ilim olduğunu biliyoruz ve onlar ile Yaratıcının Kadir ve Alim gibi isimlerini tanımaya çalışıyoruz. İlk etapta O’nun kudretini ve ilmini bizimki gibi düşünüyoruz. Eğitim camiasında buna bilinmeyeni bilinenin üzerine inşa etmek diyorlar. Kendimizdeki kudret ve ilmi baz alıp, “kudretimin ve ilmimin ötesi O’na ait” dememiz, hem kudret ve ilim mefhumlarını edindiğimizi ve hem de Yaratıcıyı tanıma çabamızı göstermesi açısından kıymetli. “Ben bu evi inşa ettiğim gibi, O da kainatı inşa etti” diyebilmem için, benim öncelikle bir ev inşa etmiş olmam lazım. Kendimi bir fiilin sahibi olarak görmeden, gözlemlediğim hadsiz faaliyetin failinin O olduğunu söyleyemem, söylesem de bu sözümü temellendiremem.
Tabii ki iş burada bitmiyor. Zira bizdeki kudrete ve bilmeye varlık verildiğini, onları yapanın biz olmadığımızı farkettiğimizde, onlar üzerindeki malikiyetimizin farazi ve vehmi olduğunu anlıyoruz.
“Vakta ki, ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terk eder.” 30. Söz
“Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder.” Katre risalesi
Esmayı tanıyabilmek için onlara çizgi yani sınır çizmek elzem. Çizilen çizgilerin vehmi ve farazi olduğu ise sonradan tahkik ile ortaya çıkacak. Nihayetsiz ışık saçan güneşe çıplak gözle bakamadığımız gibi, nihayeti olmayan mutlak isimlere hudut çizmeden onları tanıyamıyoruz. Bunu vurgulama ihtiyacı hissediyorum, zira biz bir kere çizdiğimiz çizginin vehmi olduğunu farkettikten sonra, bir daha kesinlikle böyle bir çizgi çizmememiz gerektiğini, mesela bir başka ev yaptığımızda “onu ben yaptım” demememiz gerektiğini düşünebiliyoruz. Halbuki yaptığımız ilk evdeki öğrenimimiz çizdiğimiz bir hudut ile gerçekleşti ise, ikinci evdeki de benzer bir hudut ile gerçekleşecek. Eğer öğrenimimizin devam etmesini istiyorsak, ki nihayeti olmayan esmanın ve sıfatların eğitiminin de nihayeti olmaz, çizgilerimiz ile barışmalı, “haşa Allah’a şirk mi koşuyorum” demeden onları kullanma cesaretini gösterebilmeliyiz. [11]
Bu da demek oluyor ki, günlük hayatımızda kullandığımız “şunu yaptım, bunu ettim” tarzındaki Mutezili dili kendimiz için bir çizgiler manzumesi olarak görebiliriz. Hali hazırda kullandığımız bu dil eğitimimizi engellemek bir yana, bilakis destekliyor olabilir. Zaten “o ev bana yaptırıldı, bugün işe getirildim” şeklindeki cümlelerin insanlarla iletişimimizi fıtri güzergahından çıkardığını biliyoruz. O halde kasmaya gerek var mı? Çiz cesaretle o çizgiyi ki, oradan da bir eğitim çıkartabilesin – çizdiğinin farazi ve vehmi olup olmadığını bilahare tahkik etmeye niyet ederek.
Şimdi cüzi irade meselesine geri dönelim. İrade sıfatı ve Muhtar ismi, Kudret ve İlim sıfatları ve Kadir ve Alim isimleri gibi tanınmayı bekliyorlar. Nasıl ki O’nun malikiyetini bir seferde tanıdık ve tanımayı bitirdik diyemiyoruz, her fiilimizde ve sahip olduğumuz herşeyde fiil ve mülk mefhumlarını yeniden kullanmamız ve esmaya yeni hudutlar çizmemiz gerekiyor. Benzer şekilde, her tecrübeye “iradem var, seçimimde hür ve serbestim” diyerek başlamak gerekiyor ki, o tecrübeden İrade sıfatı ve Muhtar ismi hususunda yeni bir eğitim çıkartabilelim. Külli iradenin tanınması, cüzi iradenin kullanımı olmadan gerçekleşmiyor – mutlak kudret sahibini kendimizde bir kudret görmeden tanıyamamamız gibi.
Bu noktada akla gelen bir soru: Bizdeki kudretin ve ilmin vehmi bir çizgi olduğunu anlayıp kaldırarak “hepsi O’nun” dediğimiz gibi, cüzi irademizin vehmi olduğunu, hakikatte olmadığını mı söyleyeceğiz? Geçmişte kalan tercihlerimizin vehmi ve farazi birer çizgi olup olmadığı tahkikimiz neticesinde zuhur edecek. Ancak böyle bir tahkikten sonra geçmişe kader cihetiyle bakabileceğiz – eğer ki bu sonuca ulaşırsak. Değilse, “geçmişe kader cihetiyle bakmam lazım” sözünü terakki etmeyen avamın diliyle söylemiş oluyoruz. Şu anda karşımda yeni bir tecrübe var ve eğitimimi ilerletmek için cüzi irademle külli iradeye bir hudut çekmem, yani “buraya kadarki dairede ben tercihte bulunuyorum, bundan sonrası Senin iradene bakıyor” demem gerekiyor. Başka bir deyişle, her yeni tecrübede esma ve sıfatları tanıma maksadıyla cüzi irademle yeni hudutlar çiziyorum, tanıma gerçekleşen tecrübelerde çizdiğim hudutların mevhum olduklarına hükmedersem, onları da bilahare kaldıracağım. Değilse, eğitim anında “şu an sanki iradem varmış gibi yapayım, çizdiğim hudut vehmi ve farazi, aslında onun hakikati yok” demek, “manayı ismi nazarın hakikati yok ama, hadi bir de öyle bakalım” demek gibi taklidi bir tavır oluyor ki, oradan net bir kontrast ve olması gereken bir öğrenim çıkmasını bekleyemeyiz.
O halde, cüzi irade var mı, yok mu? Bu, “insanın kudreti ve istidatları var mı?” sorusuyla aynı mahiyette. Hem var, hem yok. Bize bazı istidatlar verilmiş ki, onlar ile Kadir Yaratıcıyı tanıyalım ve onları ona satabilelim. Benzer şekilde, bize bir cüzi irade verilmiş ki, onu külli irade sahibi Muhtar’a verelim, kader gemisine başımızdaki ihtiyar ve belimizdeki istidat yüklerini bırakmış olarak binebilelim. İhtiyarımız ve istidatlarımız olmasaydı, onların Sahibini tanıyıp onları ona iade edemezdik.
O’nun kudretini ve iradesini, kendimizi istidat ve irade sahibi bilerek gölgeliyoruz. O’na sattığımız istidatlar elimizde bırakılıyor ve artık onları O’nun adına ve O’nu tanımak maksadıyla, yani o istidatlar ile yeni çizgiler yani hudutlar çizmek için kullanıyoruz. Benzer şekilde, O’na sattığımız irademiz de irade cinsinden hudutlar çizmek üzere elimizde bırakılıyor. An-ı seyyale içinde geleceğe yönelik verdiğimiz kararlarda kendimizi hür ve serbest bilmeliyiz ki, külli iradeye net bir sınır çizebilelim. [4] Aynen ikra eğitimi çerçevesinde manayı ismi nazarın istimal edilmesi ve fakat manayı harfi nazar karşısında vehmi ve hakikatsiz kalması gibi.
Bir başka deyişle, geleceğe dönük yaptığımız eğitim maksatlı tercihlerde Mutezili, geçmişte kalan tercihlerimiz söz konusu olduğunda ise Cebri olmayı salık veren, bu iki pozisyon arasında mekik dokuyan (beyne-beyne) bir cüzi irade modelinden bahsediyorum. Mutezilenin ve Cebriyenin pozisyonları ise ifrat ve tefrit, çünkü onlar dinamik bir tarzda anlaşılması gereken cüzi irade için statik bir hüküm veriyorlar. İçinde bulunduğumuz anda cüzi irademiz hür ve serbest; geçmiş tercihlerimiz itibariyle ise tahkikimiz ölçüsünde vehmi ve hakikatsiz, zira ihtiyarımızı sarf etmemiz (harcayıp tüketmemiz) neticesinde onun yerini hudut tanımayan külli irade aldı.
8. Sözdeki temsile bu perspektiften bakmanın konuyu biraz daha netleştireceği kanaatindeyim. Bu temsilden biliyoruz ki, aynı fiziki şartlar farklı teorik nazarlardan bakıldığında çok farklı tecrübe edilebiliyor. Temsildeki iki biraderin başlarından geçenler neredeyse birebir aynı: bahçedeki meyveleri tatma [5], geniş bir ovaya girme, arslanın kovalaması, kendini kuyuya atma, kuyunun ortasındaki incir ağacına tutunma ve onun meyvelerinden yeme [6], siyah ve beyaz fare, kuyunun dibindeki ejderha ve yukarıda bekleyen arslan. Sağa giden birader bir nevi o tecrübeleri tekrardan ve fakat bu sefer mana boyutuna dikkat ederek yaşıyor. Temsilin giriş kısmı bence kritik:
“Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: ‘Hangi yol iyidir?’ O dahi onlara dedi ki: ‘Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihaptaki ihtiyar sizdedir.’”
İki hususa dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, iki farklı nazarı temsil eden iki yol var ve insanın ihtiyarı intihaba yani hangi yolu seçeceğine bakıyor. İkincisi, sağ yolda kanuna ve nizama mecburiyet, sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet var. Sol yoldaki serbestiyetten kastedilen cüzi irade değil, 3. Sözdeki ve 5. Sözdeki temsillerde ordunun nizamına riayet etmeyen askerin zahiri yani hakikati olmayan serbestiyeti, zira hakiki serbestiyet hangi yolun seçileceğiyle alakalı. Sağ yoldaki mecburiyet ise, bu yolu seçen biraderin varlıktaki kanunu ve nizamı dikkate alması ve ona kendi iradesiyle uyması anlamına geliyor.
Bu iki biraderi cüzi iradesini kullanan tek bir kişide birleştirirsek, temsilin kahramanı olan bu kişi yol başındaki ciddi adamın uyarısını alıyor ve bile bile sol yolu seçiyor, çünkü orada sureten de olsa bir serbestiyet ve hürriyet var. [10] Uyarıya rağmen sol yolu seçerek, kendisine verilen cüzi iradeye sahip çıkıyor – aynen Adem’in (asm) uyarıya rağmen yasak ağaca yaklaşarak “tercih sahibiyim” demesi gibi. Sol yol olmasaydı, insanın seçme kabiliyetinden bahsedilemeyecekti. Temsildeki iki yol hakikatte tek bir yola ve tek bir varlığa tekabül ediyor ve o yolda kanun ve nizam var. Kahramanımız ilk etapta “kanun ve nizam da neymiş, tanımıyorum” diyerek o yolda tecelli eden esmaya vehmi bir hudut çizmiş oluyor ki, bunun esma eğitimine bakan önemine yukarıda değinmiştim. Adem’in (asm) dünyadaki eğitime girebilmesi için emre itaatsizliği ne kadar gerekliyse, kahramanımızın ilk önce sol yola girmesi de o kadar gerekli.
Temsilin başında cüzi iradesine sahip çıkan ve fakat Mutezili tarzda kaderi dikkate almayan kahramanımız, temsilin sonuna doğru [7] sağ yolda Cebrîye yakışan tarzda “Senin bahtına düştüm” diyerek cüzi iradesini külli iradeye teslim ediyor ve kadere iman ediyor. Baht ve kader kelimelerinin eş anlamlı olduğunu düşünürsek [8], kahramanımız o noktadan itibaren fiillerini tamamen o beldenin hâkimine veriyor. Sadece mekan cihetiyle değil, zaman-mekan cihetiyle kanun ve nizama uyuyor. Başka bir deyişle, başından geçmiş tüm hadiseleri mukadderat yani varlıktaki nizam olarak görmeye başlıyor ve o nizama uymaya kendini mecbur biliyor. Fakat icbar edilmiyor, mecburiyeti kendisi seçiyor [9], ki bu da daha önce çektiği vehmi çizgiyi kaldırarak “hepsi Senin” demesine denk geliyor. Cüzi iradesini kullanarak çektiği ve sonra vehmi olduğuna hükmederek kaldırdığı çizgi ile Kadir-i Muhtar’ı tanıyan kahramanımız, iradesine taalluk eden sorumluluğunu da ifa etmiş oluyor.
Kahramanımızın iradesi hem var, hem yok. Eğitiminin başında sol yolu seçerken var; eğitiminin sonunda iradesini külli iradeye teslim ettiği zaman ise yok. [12] Sol yolu kendisi seçmişti ve orada fiillerine de kendisi karar veriyordu; sağ yolun sonunda ise geçmiş fiillerini ve cüzi ihtiyarını Yaratıcıya teslim etti ve kendisinden beklenen dua ancak bu teslimatının akabinde dilinden dökülebildi.
Şimdi dilerseniz daha önce sorduğum sorulara kısa kısa cevaplar vermeye çalışayım:
“...yapacağımız her seçim ve o seçimlerin sonuçları birgün mutlaka geçmişte kalacaksa ve onlara da kader cihetiyle bakacaksak, istikbale bakan kararlarımızdan sorumlu olmamız bizim için ne kadar ikna edici?”
İstikbalimizdeki kararları vermeden, onlara kader cihetiyle bakamayız. Kader cihetiyle bakamadığımız meseleler cüzi irademize direk olarak taalluk edeceği için, onlar hakkında sorumlu olmadığımızı söyleyemeyiz.
“İradesi külli olan Kadir-i Muhtar bir yaratıcının yanında bir başkasının tercih sahibi olması mümkün mü?”
O’nun iradesinin külliyetine ve hudut tanımadığına ancak cüzi irademizin sarfından sonra hükmedebiliriz. Şu ana kadarki tecrübelerimize bakarak böyle bir hüküm verebiliyor olsak da, bu husustaki tahkikimizi bitirdiğimizi söyleyemeyeceğimizden ötürü, tercih etmeye devam…
“(8:17 hakkında) Eğer verilmesi gereken her hayrı Yaratıcıya verirsek, ortada Rasulullaha (asm) verecek bir hayır kalır mı?”
Evet, kalır. O tecrübe çerçevesinde cüzi iradesini sarfederek onun mahiyetini anladı ve külli iradeyi tanıdı. Geçmişte kalmış bu tecrübesindeki fiilini cüzi iradesiyle beraber Yaratıcıya teslim ederek hayrı güzel bir tarzda ve rıza ile kabul etti.
“(8:42 ve 8:44 hakkında) Yaratıcı her an her şeye müdahale ediyorsa, bizim bir seçme kabiliyetimiz ve sorumluluğumuz nasıl olabilir?”
Bu ayetler cüzi iradelerini belli bir tecrübe kontekstinde kullanmış ve o tecrübe üzerinde düşünen kimselere konuşuyor. Onların görevi o tecrübe anında cüzi iradelerini sarf etmekti. Ortaya çıkan fiilin (neticenin) mukadder yani takdir edilmiş olduğu sonradan anlaşıldı. Kader ve cüzi irade bahsini o tecrübe kontekstinde de değerlendirmeleri gerekiyordu. Bu iki ayetin “müdahale ettik” vurgusu, bu tür bir değerlendirmeye rehberlik etme maksadını güdüyor olmalı.
“...biz neyi seçebiliriz ve neden sorumlu oluruz?”
Öncelikle cüzi irademize sahip çıkmayı seçebiliriz ve seçmeliyiz. Seçmediğimiz takdirde, tanımakla mükellef olduğumuz Kadir-i Muhtar’ı gereği gibi tanıyamıyoruz. Kader mefhumumuz da taklidi ve temelsiz kalıyor.
Velhasıl, cüzi irademizle ilgili sorumluluğumuz, onun mahiyetini ne kadar iyi anladığımıza ve onu esma eğitimimizde ne kadar verimli kullandığımıza bakıyor. Cüzi iradeye var/yok diyen kimse başkalarına nazaran Kadir-i Muhtar’ı daha iyi tanıyacağı ve kadere tahkik ile iman ederek kederden daha emin olacağı için, ihtiyarına bakan sorumluluğunu daha üst seviyede yerine getirmiş oluyor. “Mutezile de yanlış, Cebriye de” diyerek meydan okur bir tarzda konuyu muğlak bırakmak yetmiyor, cüzi iradenin neden var / yok olduğunu ve bunun gerekliliğini anlamak ve uygulamasını yapmak da gerekiyor.
- [1] Nursi böyle bir kullanımın “manen terakki etmeyen avam” için olduğunu söylemiş. Bunun potansiyel bir açıklaması için şu yazıya bakabilir.
- [2] Muhammed Esed’in belirttiği gibi, كَانَ مَفْعُولًا ibaresi “[zaten] yapılmış olan” diye de çevrilebilir. Hemen akla gelen soru: “henüz gerçekleşmemiş bir iş nasıl yapılmış olabilir?” Zamanın geçmişten geleceğe doğru akması gerektiğini düşündüğümüz için bu soruyu sorarız. İlm-i ezeli ise herşeyi bir anda tutar: “kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzara-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır.” 26. Söz)
- [3] Mükellefiyetle ilgili problemi olanlar sadece “beni yaratıp sorumlu kılarken niye bana sormadı?” diyenler değil. Sorumluluğumuzun neden ve nereden kaynaklandığını anlamadığımız takdirde, “elbette sorumluyuz” dememize rağmen sorumluluğu kabul etmemek pekala mümkün ve vaki. Günümüzde cari olan mazlum edebiyatından (victim mentality) herkes bir şekilde etkileniyor.
- [4] “Kader, ihtiyarı teyid eder.” 26. Söz
- [5] Birisi murdar şeylere dikkat ederken, diğeri güzel şeylere dikkat ediyor. Nasıl ki iki birader fiillerine kadar aynı kişi, murdar ve temiz şeyler de aynı şey. Biri o şeyin murdar yani dünyevi vechesine dikkat ederken, diğeri o şeyin Sanatkarına ve ahirete bakan vechelerine dikkat ediyor. Çirkin vecheye dikkat etmeden, güzel vechelerin güzelliği farkedilemiyor.
- [6] Kuyunun ortasındaki incir ağacına tutunduklarında, iki birader de o ağacın meyvelerini yiyor. Fakat biri hayvan gibi yutarken, diğeri tadıyor, işi anlıyor ve yemesini tehir ediyor. Yemeyi tehir etmek yemeyi bırakmaktan ziyade, onu ahiretlendirmek demek olmalı. Yenen şeyden alınan ahiret müjdesi, tatmini ve yemenin “tehir” edilmesini de beraberinde getiriyor.
- [7] “O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka verilecek olan cüz-ü ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır.” 26. Söz
- [8] Baht kelimesinin metindeki bu kritik rolünü farkettikten kısa bir süre sonra, yazarın aynı sayfada sola giden birader için tam altı kez (!) “bedbaht” tabirini kullandığını farkettim. İkisi de Farsça’dan gelen bu kelimeleri erisale.com sitesinde önerilen şans / talih anlamıyla değil, kadere iman perspektifinden değerlendirmemiz gerektiği kanaatindeyim. Sola giden birader bedbaht çünkü kadere imanı yok. Sağa giden ise bahtiyar (bu da Farsça’dan) çünkü ihtiyarını Kadir-i Muhtar’ın nizama mecburiyet yolunu seçmekte kullanarak kadere iman etti ve bu sayede ebedi saadeti elde etti.
- [9] Nursi seçilen mecburiyet ile kısıtlanan serbestiyetin ve hürriyetin nefse ait olduğunu, ruh ve kalbin ise tam bir serbestlik kazandığını söyler (26. söz). Öğretmeninin eğitim ortamını araç gereçler ve diğer öğrencilerle en mükemmel bir şekilde hazırladığını farkeden bir öğrencinin, dikkatini sınıfa çeki düzen vermeye çalışmaktan derste anlatılanlara verebilmesi ve zihninin dersi anlamada tam bir hürriyet kazanması gibi.
- [10] “Çünkü, insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz'î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde dünya kadar ağır bir yükü, biçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur.” 26. Söz
- [11] “Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi küfür değildir. Tasavvur-u dalâlet, dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet dahi dalâlet değildir.” 21. Söz
- [12] “O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyarîden dahi vaz geçip, irade-i İlâhiyeye işini bırakıp,...” 17. Söz Bu cümle okunduğunda sanki Nursi cüz-i ihtiyarımızdan vazgeçmemizi ve tembel tembel cebriyeleşmemizi salık veriyormuş gibi anlaşılabilir. Halbuki tam tersi. Aslında cümledeki en kritik kelime çare, zira çarenin arkasında büyük bir dert var. O derde düşmeden dermandan faydalanılmıyor. Dert-derman dinamiğinden çıkıldığı anda işin bütün püf noktası kaçıyor.
- [13] “Mu’tezile, Yüce Allah’ın bilmesinin ezelî/kadîm olduğunu kabul etmemekle insan hürriyetini kurtarmaya çalışırken, Ehl-i Sünnet ezeli ilme halel getirmemek için insan hürriyetini sınırlandırmak zorunda kalmışlardır. İnsan hürriyeti ve sorumluluğu açısından ele alınan bilgi konusunda Allah’ın ilmini belirsiz bir imkân olarak görme anlayışı, sanki Allah’ın olayları daha önce bilmediği gibi bir anlayışa götürdüğünden, geleneksel Müslüman düşüncesi bunu kabul etmeye yatkın görünmemektedir. Mu’tezile, Yüce Allah’ın bilmesinin ezelî olduğunu kabul etmemekle, hem alemin kadîm olacağı anlayışını reddederek Allah’ın birliği ve yaratmasını kanıtlamakta, hem de insan hürriyetini kurtarmaya çalışmaktadır. Ehl-i Sünnet ise Allah’ın ezelî bilgisinin her şeyi kuşatıcılığını savunmakla hem ulûhiyyete halel getirmemek adına insan hürriyetini açıklanması zor bir duruma sokmuştur. Mu’tezile’nin yaklaşım biçimi insan aklı ve fıtratına uygun gibi görünmekte, Ehl-i Sünnet’in yaklaşım biçimi ise standart Müslümanın vicdan ve kanaatine uygun düşmektedir.” Allah’ın Ezeli İlminin İnsan Özgürlüğünü Kuşatıcılığı Sorunu, Sinanoğlu, Dergipark, 2004.