İhtiyaç, İştiyak ve İhtisas
İhtiyaç ve Fakriyet başlıklı yazıda ihtiyaçlarımızın varoluşsal fakriyetimiz ile olan ilişkisine değindim. Bekaya olan mutlak ihtiyacımızdan beslenen fakriyetimiz bizi ahirete imana bağlıyor. İhtiyaçlarımızın ahirete bakan bu güzel vechesinin yanında esmâ-i İlâhiyeyeye bakan bir güzel vechesi daha var—aşağıdaki cümlede belirtildiği gibi:
“İşte, insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı hâcât ile binbir esmâ-i İlâhiyeye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. 32. Söz
Bir başka deyişle, her bir ihtiyacın arkasında Yaratıcının mutlak esmasından birine duyulan ihtiyaç var. Mesela sağlığa olan ihtiyacımız bize esas ihtiyacımızın mutlak Şafi ismini tanımak ve ona tutunmak olduğunu öğretiyor. Hastalığımızın derecesi arttıkça, Şafi isminin bir mertebesi daha bize açılıyor ve bu isme olan ihtiyacımızı daha yüksek bir seviyede tanıma imkanına kavuşuyoruz. Benzer şekilde, güzel bir insanı veya çiçeği gördüğümüzde ve güzele karşı bir çekim hissettiğimizde, esas bizi çeken o insanın veya çiçeğin kendisi değil, el-Cemil ismi. Nasıl ki güneş ışığını parlak bir şekilde yansıtan bir ayna görüldüğünde güneşten başka birşey hatırlanmaz ve her yansımada güneşe olan ihtiyaç bir kat daha iyi hissedilir ve anlaşılır. Aynen öyle de, kendilerine takılı özelliklerin sahibini yansıtan birer ayna mahiyetindeki eşya görüldüğünde de, o özelliklerin hakiki sahibinden ve O’na olan ihtiyacımızdan başka bir şey akla gelmemeli.
Her bir müşahadede esmâ-i İlâhiyeyi hatıra getiren kimsenin o esmaya olan ihtiyacı zaman içinde katlanarak artar, ki buna iştiyak deniyor:
“Muzaaf (kat kat artmış) ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır.” 32. Söz
İştiyakın özlem duyma ve şiddetle arzulama gibi anlamları var. Aynı kökten gelen şevk kelimesinin de benzer anlamları var. Şevk kelimesi Türkçe’de genelde şiddetli isteme ve heves duyma gibi anlamlarda kullanılıyor. Bu istek ve hevesin ardında şiddetli bir ihtiyaç var ki, biz asıl ona şevk / iştiyak diyor olmalıyız. Aynanın şuuru ve dili olsaydı, bize güneşe olan şiddetli ihtiyacından yani iştiyakından bahsedecekti. Zira tek fonksiyonu ışık yansıtmak olan bir ayna için güneşsiz kalmak onun tüm kıymetini ve hatta varlığını kaybetmesi demek. Ayna eğer aynalığının farkında ise, güneşin cezbesinden ve muhabbetinden kendini alamaz.
Biz de bu alemdeki herşey gibi esmâ-i İlâhiyenin tecellilerini yansıtan birer aynayız. Diğer aynalardan farkımız, güneşin (Yaratıcının) ışığını (isimlerini) en kapsamlı bir şekilde yansıtmamız. Diğer eşya bir yaprağın güneşin tek bir rengini yansıtması gibi esmâ-i İlâhiyeyi kısıtlı bir tarzda yansıtırken, biz bir su damlasının veya hava zerresinin güneş ışığının tüm renklerini içeren beyaz rengini yansıtması gibi tüm esmayı kendimize has bir kombinasyonla yansıtıyoruz. [1] Aynalığımızın şuuruna vardıkça ve üzerimizde tecelli eden esmaya olan ihtiyacımızı anladıkça, yansıttığımız tecellilerin kaynağına olan iştiyakımız da bir o kadar artıyor. Bunun gerçekleşmesi burada aldığımız esma eğitimine ne kadar ihtiyaç duyduğumuza ve ribadan terbiyeye geçebilmemize bağlı. [3] İhtiyacı iştiyaka dönüşen kimse lezzetleri şevk ile tartar, tartısını şevk ile hassaslaştırır ve ona açılan özel yoldan şevk ile ilerleyerek işinde uzmanlaşır. Bu yolda bize ihtiyaç, iştiyak, muhabbet ve aşk (yaptığı iş içinde kendini kaybetme – flow / akış) hisleri eşlik ediyor. Bu duyguların eşliğinde edindiğimiz uzmanlık (ihtisas), Kur’an’ın müjdesiyle, ahiretteki baki bir artışa da tekabül ediyor.
Bu noktada önemli bir uyarıya ihtiyaç var. Hissettiğimiz iştiyak ve edindiğimiz ihtisas bize teşvik [2] yani ihtiyacımızı bize göstermek maksadıyla veriliyor, yoksa ihtisasımızı sahiplenelim diye değil:
“Hem deme ki, ‘Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.’ Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun.” 18. Söz
Kendisini bir parça temizleyen ayna güneş ışığını daha iyi yansıtır ve ona daha çok iştiyak duyar. Bu, ona kendisini temizlemenin önemini kavratmak için, yoksa kendisinde yansıyan ışığı sanki ona bulaşıyormuşcasına sahiplenmesi için değil. Benzer şekilde, edindiğimiz ihtisas hayatımızda en çok neye yani hangi esmâ-i İlâhiyeye ihtiyaç duyduğumuzu bize gösteriyor. İhtisas sahipleri bu noktayı hep akıllarında tutmalı ve kendilerini başkalarından üstün bilmemeli:
“Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.”
Zira edinilen ihtisasın öncesinde yaşanan elemler ve üzüntüler, arka planında hissedilen şiddetli ihtiyaçlar ve en temelinde de bir “kıymetsizlik” yani iflas etmişlik derdi var. Her uzman hayatına anlam ve kendisine kıymet katmak için o uzmanlığı edindi ve fakat hiçbir uzman kıymetsizlik derdine hakiki bir derman bulamadı—yansıttığı güneşe olan ihtiyacını bir derece takdir eden ve kıymetini kıymetsizlikte bulan aynalar müstesna.
وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪
“Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler (edemezsiniz).” 39:67
Velhasıl, bu aleme Cevâd-ı Kerîmin baki sofrasına götüreceğimiz bir şevk ve iştah almaya geliyoruz. Hepimizin karakteri, istidadı ve ilgi alanları farklı farklı olduğundan, kimse bize “şunu yapman lazım ki şevkin artsın” ya da “şu konuda ihtisas yapman lazım” diyemez. Herkes kendisini inceden inceye tanımak ve kendindeki acz ve fakr madenlerini işletmekten sorumlu. Ne kadar ihtiyaç, o kadar şevk, o kadar ihtisas ve o kadar iştah. “Bunun numunesi böyleyse aslı kim bilir nasıldır; ya Rab, sen nasip eyle” diye yakaralım diye.
******
Şevk hususunda akla gelen bir soru: Eğer şevk esmâ-i İlâhiyeye olan şiddetli ihtiyaç ise, seküler şevk nasıl olabilir? Allah’a inanmayan pek çok kimse inananlara nazaran işlerine ve hayata nasıl daha şevkle sarılabiliyorlar?
Bu hususta birkaç şey söylenebilir. Bunlardan bazılarını önem sırası gözetmeksizin listeleyelim:
Şevk, semadan gelen çekime benliğimizin verdiği duygusal ve davranışsal bir cevaptır. Mıknatısın demir parçalarını çekmesi gibi, bu alemin Rabbi ihtiyaçlarımız ile bizi kendisine celb ediyor. Birtakım eşyaya ve faaliyetlere karşı hissettiğimiz şiddetli ihtiyacı ve cezbeyi biz yapmıyoruz; bilakis onları içimizde buluyoruz, yani inzal ediliyorlar. Bunun farkında olup olmamak ise ayrı bir mesele. Kimi “şu işi yapmayı çok seviyorum” der, kimi de “şu işi yapmaya çok ihtiyacım var, çünkü Rabbimi en kestirme yoldan bu şekilde tanıyorum.” Herşeyi (tecrübeyi, karakteri, hisleri, vs.) sabit tuttuğumuzu varsayarsak, aynada yansıyan güneşe aşık olan ile güneşin kendisine aşık olanın hali bir olmaz—Romeo’nun Juliet’e olan aşkının Yunus’un Rabbine olan aşkıyla bir olmaması gibi. Dışarıdan bakan kimse iki aşığı da cezbe halinde gözlemler. Halbuki birinin aşkı mecazi iken, çünkü nesnesi insaniyeti nihai anlamda tatmin etmiyor, diğerininki hakiki, baki ve tatmin edici. Benzer şekilde, kendi adına işine şevkle sarılan kimsenin hali ile esmâ-i İlâhiye adına şevkle sarılanın hali bir olmaz.
Dini önemsemediğini düşündüğümüz kişiler de bizim gibi anlam arayışında. Biz vahyin anlamlandırıp yeşerttiği hususi alemimizde rahat ederken, onlar kurak bir manevi çölde susuz iseler, çölün ortasında buldukları bir vahaya dört elle sarılmalarına şaşırmamak lazım. Onların bu durumundan ibret alıp, vahiysizliğin alemimizi ne hale çevirebileceğini tasavvur edip, mana ve kıymet yağmurlarını kendi uğraşlarımıza daha çok celb etmeye çalışabiliriz.
Dini önemsemediğini düşündüğümüz kişiler hakikatte bir hayli dindar olabilirler. Ritüelleri gerçekleştirmemeleri veya lisanlarında dini ifadelere rastlanmaması Rableri ile özel bir bağları bulunmadığına delil olmaz. Mesleğinde uzmanlaşan ve kaliteli iş yapan bir kimse az bir çaba ile çok yüksek manevi mertebelere erişebilir. Onlara dua etmeli ve onlardaki şevkin bir benzerini esmâ-i İlâhiyeyi tanımak maksadıyla kendimiz için de istemeliyiz.
Herkes genelde vitrine güzel hasletlerini ve tecrübelerini koyar, başkalarının bilmesini istemediği şeyleri ise kendinde saklı tutar. Başkalarının sadece vitrine koyduklarını görebildiğimizi unutmayalım. Adem ve firak yellerinin durmaksızın estiği bu alemde kimsenin başı dertsiz kalmaz.
Herkes şevk duyacağı bir mesleği veya uğraşı vakitlice bulamıyor veya bulduğunda imkanlar o yolda ilerlemeye elverişli olmayabiliyor. Zaman içinde ilgi duyduğumuz konular da değişiyor. Hayatımızın çeşitli evrelerinde ilgi ve kabiliyetlerimizin hangi alanlara yöneldiği ve çevresel şartlarımızın yani takdir-i ilahinin bizi ne yöne sevk ettiği hakkında tefekkür etmek de buradaki eğitimimizin bir parçası. İmam-ı Ali’nin (ra) şu sözü kulağımıza küpe olmalı: “Bu kalpler bedenlerin usandığı gibi usanır; o halde bu kalplere yeni hikmetler arayın.”
- [1] Bu konunun detaylı anlatımı için 24. Sözdeki zühre, katre ve reşha temsillerine müracaat edilebilir.
- [2] Teşvik de şevk ve iştiyak ile aynı Arapça kökü paylaşıyor. Bir kimseyi bir konuda teşvik etmek, o kimseye ihtiyacını hissettirerek yapılmalı.
- [3] Ribadan terbiyeye geçme hususunda Zaaf, Muzaaf, Riba ve Terbiye başlıklı yazıya bakılabilir.