Unzurnâ – “Bize nazar et”

Aşağıdaki ayet genellikle indiği tarihi bağlamda anlaşılıyor:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُوا

“Ey iman edenler, ‘râ’inâ’ (bizi güt) demeyin, ‘unzurnâ’ (bizi gözet / nazar et) deyin ve dinleyin.” 2:104

Mesela deniyor ki, sahabeler rasulullaha (asm) bize çobanlık / liderlik et manasına gelen râ’inâ diye hitap ederlerken, bunu duyan bazı yahudiler ibranicedeki benzer ve fakat saygısızca bir kelimeyi dile getirince, bu ayet sahabelere başka türlü hitap etmelerini söylemiş. Benzer bir açıklama 4:46’da da var. Yahudi meselesine girmeden iman edenlere neden böyle bir tavsiyede bulunulduğu hakkında düşünmek faydalı olabilir.

Ayetin râ’inâ kısmı biraz daha kolay. Bu kelime otlak anlamına gelen mera ile aynı kökü paylaşıyor. Bazı çevirmenlerin belirttiği gibi, vahye ve rasule koyun gibi düşünmeden itaat etmemize vahyin ve risaletin sahibi olan Zat razı değil. Bilakis aklımıza, vicdanımıza, duygularımıza, ferdiyetimize, vs. tüm özelliklerimize sahip çıkarak ve onların hepsini tatmin eden ve rüşdüne erdiren bir tarzda vahye ve risalete muhatap olmamız gerektiği bize bildiriliyor. Ruhban sınıfını yani din alimlerini ve din hususunda otorite sahibi olarak görülen kimseleri rab edinenler (taklid edenler) gibi olmamamız gerektiği bize söyleniyor (9:31).

Ayetin düğümlendiği esas mesele unzurnâ (انظرنا) ile ne kastedildiği, yani koyun gibi güdülmenin alternatifi olarak bize sunulan seçeneğin ne olduğu. Her ne kadar bu tek kelimelik cümle genellikle “bizi gözet” şeklinde çevrilse de, “bize nazar et” şeklinde de anlaşılabilir. Tabii bu da pek açık bir ifade değil. Rasul (asm) bize veya sahabeye neden nazar etmeli ve nazar edince ne olacak?

Konu nazar olunca, nazarın önemini ifade eden aşağıdaki cümleyi hatırlamak yerinde olur:

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır.” Katre risalesi, Mukaddemenin birinci cümlesi

Nursi’nin tüm öğrendiklerinin özeti olarak gördüğü dört şeyin hepsi nazar ile alakalı, zira manayı harfi ve manayı ismi iki tür nazar; niyetimiz de bu ikisi arasında yaptığımız tercihe bakıyor. Buna dayanarak Nursi’nin risaletin ana maksadını varlığa manayı harfi nazarla nasıl bakılacağını ve onun Sahibine işaret eden manasının nasıl okunabileceğini (ikra) öğretmek olarak gördüğü söylenebilir. Risaletin ciddi bir eğitiminden geçtiğini düşündüğümüz bu kimsenin tüm tahsilini nazar kelimesiyle özetlemesiyle, iman edenlerin rasule “bize nazar et” demeleri arasında sıkı bir bağ olmalı. Buna dayanarak “bize nazar et” talebinin “bize manayı ismi ile manayı harfi nazar arasındaki farkı öğret ve eşyaya nasıl harfi nazar edebileceğimizi göster” demeye geldiği söylenebilir. Risalelere olan aşinalığımızdan ötürü bu geçiş gayet açık, mantıklı ve akıcı gelebilir. Yine de, bize alternatif olarak sunulan “bize nazar et” talebi hakkında biraz daha derinlemesine düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim.

Rasul veya risalet müessesesine erişimimizi sağlayan ve risaletin terbiyesinden geçmiş bir öğretmen bize nazar edince ne olacak ve bizim neden buna ihtiyacımız var? Kur’an bize kendi ihtiyacımızı haber veriyor olmalı. Değilse, sırf vahiy bize emrediyor diye unzurnâ dememiz fıtri bir talep olmaz ve bizi koyunluktan kurtarmaz.

Manayı harfi nazarı birinci elden öğrenmiş ve diğer herkese öğretmekle görevlendirilmiş rasulun nazarı elbette ki harfi olur. Dolayısıyla, rasul bize ancak Sanatkarımıza işaret ettiğimiz mana itibariyle nazar eder ve bizim manamızı bizim için bize okur. Kendi varlığımızın manası da uğrunda herşeyi feda edebileceğimiz derecede (70:11-14) bizim için herşeyden önemlidir.

Bu konunun şu önerme ile ilgili olduğu söylenebilir:

“Âlemin miftahı (anahtarı) insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana ‘ene’ namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.” Ene risalesi

Enemizi deşifre etmemiz bizim için nihayet derecede önemli, zira ona neden varlık verildiğini ve nasıl işlediğini bilmediğimizde, kainatın kapıları ve o kapıların ardındaki esma hazineleri bize saklı kalıyor. Bunları da vahyin ve risaletin terbiyesine girmeden kendi başımıza öğrenemiyoruz (وَاسْمَعُوا: dinleyin) – her ne kadar enaniyet dediğimiz özelliğimiz bize ait ve hep bizimle olsa da. Rasulun bize nazar etmesinin nefsimize takılmış ene anahtarımızı bizim için açması veya bize nasıl açacağımızı göstermesiyle alakalı olduğu söylenebilir.

Bununla ilgili akla Hacı Bektaş Veli’nin “Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik; varsın nasibini ondan alsın” sözü de geliyor. Risaletin terbiyesinden geçmiş bir öğretmenin Yunus’un kilidini açması lazım ki, Yunus’da saklı hazineler hakikatlerle bezenmiş şiirler şeklinde ondan sudur etsin. Yunus kendisine nazar edilmesini talep etmeseydi, Tapduk Emre Yunus’a nazar edip ona kilidini nasıl açabileceğini göstermeseydi, hayatının maksadını anlamasına önayak olmasaydı ve “what is my calling?” sorusunu cevaplamasına yardım etmeseydi, bugün Yunus’un şiirlerinden mahrum kalacaktık. Demek ki risaletin Yunus’a veya başka bir öğrenciye nazar etmesi onun kadar bizim de ihtiyacımız.

O halde “bize nazar et” talebi “bizde saklı hazineyi çıkar” talebine denk geliyor olmalı. Rasulullah (asm) bir sahabeye nazar edip ona “sen cihada gitmek yerine annene hizmet et” dediğinde, en yüksek kıymeti nasıl kazanabileceğini onun şifresini çözerek ona haber veriyor olmalı. Benzer şekilde, biz de en yüksek kıymetimizi en özel ve kişisel problemlerimizi vahyin ve risaletin rehberliğinde çözerek kazanabileceğiz demektir. Kendimizi deşifre ettiğimiz ölçüde sadece şahsımızı ilgilendiren problemlerimizin çözümü hususunda mesafe katedeceğimiz söylenebilir. Eğer şahsi problemimiz başkalarını da ilgilendiriyorsa, nihai bir çözüme ulaşamasak da, meseleye nasıl yaklaşmamız gerektiği hususunda belli bir olgunluk kazanabilmemiz gerekir. Şahsi hayatımızdaki psikolojik, sosyolojik, entellektüel, vs. manidar gelişmeleri risaletin bize nazar ettiğine, yani ene dediğimiz tılsımı açma ve kıymetimizi kazanma hususunda bize yardım ettiğine alamet olarak görebiliriz.

Kendi problemlerimizi öncelemeyip dikkatimizi başkalarının problemlerine yöneltmenin abesle iştigal ve hatta münafıklık alameti olduğu bile söylenebilir. Münafık terimi bildiği hakikate ters düşen, onu uygulamayan ve bir nevi “seyircilere oynayan” kimseyi tasvir ediyor. Bu bağlamda enaniyetin bir muamma olduğunu bildiği halde, dikkatini vahyin ve risaletin rehberliğinde kendi anahtarını deşifre etmeye ve onu kendi problemlerini çözmekte kullanmaya yöneltmeyen kimse için bu terim kullanılabilir. Böyle bir kimse eninde sonunda rasule unzurnâ diyebilenlere unzurnâ demek zorunda kalıyor:

يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ ق۪يلَ ارْجِعُوا وَرَٓاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًا

“O gün münafık erkeklerle münafık kadınlar iman edenlere derler: ‘Bize nazar edin ki, sizin nurunuzdan (mananızdan) bir parça alalım’. (Onlara): ‘Arkanıza dönüp bir nur araştırın’ denir.” 57:13

İnsan önce kendi varlığını nurlandırmalı ki, diğer herşeye o nur ile bakabilsin. Kendi varlığımızın ve hakikatimizin gerekliliğini ve kıymetini çözemediysek, sair eşyanın manidar olması bize bir şey ifade etmez. O eşya hal diliyle bize “arkana dönüp kendi nurunu ara” der.

Son olarak bu konuyu unzurnâ ile aynı kalıbı paylaşan İblis’in enzirnî talebi ile ilişkilendirelim:

قَالَ رَبِّ فَاَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ

“(İblis dedi:) ‘Rabbim, bana onların tekrar dirilecekleri güne dek mühlet ver’.” 7:14, 15:36, 38:79

Unzurnâ ile enzirnî talepleri arasındaki farkları listelersek:

İman eden kimse talebini rasule ederken, İblis direk olarak Rabbe iletiyor. Risalet müessesesinin atlanması söz konusu.

İman eden kimse bize diyerek ve tüm eşya adına talebini ileterek külli ubudiyetini yerine getiriyor. İblis ise talebini sadece kendi adına iletiyor. İman eden kimse bir kitabın bir sayfasındaki bir cümlenin bir harfi gibi olduğundan, onun manası ve kıymeti kitabın tümü bağlamında anlaşılabiliyor.

İman eden kimse mana talep ederken, İblis mühlet istiyor. Bir taraf kıymet kazanma maksadıyla kendi eğitimine odaklanırken, diğer taraf üstünlük iddiasıyla mühletin ve zamanın onu haklı çıkaracağını düşünüyor.

Hayatımızda bazen unzurnâ bazen de enzirnî diyoruz. Sol tarafa gidenlere mühlet veriliyor, sağ tarafa gidenlere ise mana ve kıymet. Bu alemde hataya doğrunun kıymeti anlaşılsın diye imkan verilmiş. Nazarı öğrenenlerin o kıymetten bir payı (nuru) olurken, mühlette kalıp onu tüketenler kendilerini nihayetsiz bir zulümata hapsediyor.