Tüfek Atmasaydı…

Gençlik zamanımda Back to the Future adında çok sükse yapan bir film izlemiştim. Filmin kahramanı bir zaman makinesi vasıtasıyla geçmişteki olayları değiştirerek farklı bir gelecek inşa etmeye çalışıyor. Herkesin kendi hayatında değiştirmek istediği veya değiştirdiğinde hayatının ne şekil alacağını merak ettiği kritik kararlar var. Bu sebepten ötürü olsa gerek, bu film büyük kitlelere hitap etmişti.

Geçmişi değiştirememek neredeyse herkesin kişisel bir problemi olmuş. Herkes dermanı olmayan bu derde düşmüş. Zamanda yolculuk hakkında felsefi tartışmalar yapılmış, romanlar yazılmış, filmler yapılmış. Dini literatürde bu konu kadere iman başlığı altında işleniyor ve Kur’an bu husustaki nihai hükmünü şu ayet ile bildirmiş:

يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ الْاَمْرِ شَيْءٌ مَا قُتِلْنَا هٰهُنَاۜ قُلْ لَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُيُوتِكُمْ لَبَرَزَ الَّذ۪ينَ كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلُ اِلٰى مَضَاجِعِهِمْ

“Diyorlar ki: ‘Emirden bizde bir hisse olsa idi, burada öldürülmezdik.’ Onlara şöyle söyle: ‘Eğer siz [güvenli gördüğünüz] evlerinizde bile olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine muhakkak yatacakları [ölecekleri] yerlere çıkıp geleceklerdi.’” 3:154

Ayette şu itiraz gündeme getiriliyor: eğer seçim bizde olsaydı, cihad meydanına gelmezdik ve hayatlarını kaybedenler ölmezlerdi. Gözlemci gözlemlediği hadise bağlamındaki sebep-sonuç ilişkisini dikkate alarak bir önerme yapıyor. Sebep cihad meydanında olmak, sonuç (müsebbeb) ise hayatını kaybetmek. Eğer sebeb gerçekleşmeseydi veya evde olmak gibi başka bir hadise ile değiştirilseydi, bu sonuç husule gelmezdi denmiş oluyor. 3:154 ise bunun doğru olmadığını, cihad meydanında ölümleri gözlemlenmiş kimselerin yazgılarında herhangi bir değişim olamayacağını söylüyor.

Kader mevzu bahis olduğunda, İslam literatüründe sıklıkla karşımıza “ilim maluma tabidir” prensibi çıkar. Bu prensibe göre, Allah o kişilerin öleceğini bildiği için onlar öldü demiyoruz. Onun yerine, gözlemlediğimiz cihad meydanında ölme hadisesini Allah’ın ezeli ilminin ihata ettiğini (kapsadığını) söylüyoruz. O’nun bilmesi “pre-destination” yani geçmişin en ucundan buraya bakar tarzda değil, zihnimizde geçmiş-şimdi-gelecek diye şekillenen zaman düzleminin dışından, ona tepeden bakar bir tarzda. Peki, biz O’nun o hadiseyi ilmiyle ihata ettiğini nereden biliyoruz? Gerçekleşen hadise de dahil olmak üzere içinde bulunduğumuz aleme bakıp, ona kudreti ve iradesi ile varlık verenin bilgisinin vücud bulmuş ve bulacak her bir hadiseyi (sonucu) tüm sebepleriyle beraber ihata ediyor olması gerektiğine hükmederek.

3:154’de geçen قُتِلْنَا kelimesinde kullanılan geçmiş zaman kipini dikkate aldığımızda, söz konusu itirazın gerçekleşmiş ölümler hakkında olduğunu anlıyoruz. Ayet “kaderin geçmişte kalmış bir sonuca (müsebbebe) ve sebeplerine nasıl taalluk ettiğini gördükten sonra, o işin başka türlü olması üzerine konuşamazsınız; nasıl gördüyseniz öyle olması mukadderdir demek durumundasınız” diyor. Her ne kadar ilim (kader) maluma (cihad meydanında ölmelerine) tabi ise de, bir sebep-sonuç ilişkisi mukadderat olarak gözlemlendikten sonra, artık ne sebebin ne de sonucun gerçekleşmemesinden bahsedilemiyor.

Bu konuyla ilgili 26. Sözdeki kader bahsinde şöyle bir parça var:

BEŞİNCİSİ: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, “Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.” Öyle ise, denilmesin ki, “Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.”

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mutezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”

Öncelikle 3:154 ile buradaki temsil arasındaki benzerliği netleştirelim. Cihad meydanında ölmek, filan adamın tüfek ile ölmesine denk geliyor. Bu temsilde tüfeğin atması sebep, hedefteki kişinin ölmesi de sonuç. Devamında karşımızda çıkan soru: tüfek atmasaydı ne olurdu?

Kaderci kanadı temsil eden Cebrî “tüfek atmasaydı bile o kişi ölecekti” diyerek sebep gerçekleşmese bile ölme sonucunun değişmeyeceğini söylüyor. Halbuki gözlemlenen hadisede ateş eden kişi (sebep) ile vurularak ölen kişinin (sonuç) kaderleri kesişmişti. Nursi kaderin sebeple sonucu beraber ihata ettiğini, birinin diğerinden ayrı düşünülemeyeceğini belirterek, Cebrî akımının kaderi anlamadığını söylüyor.

İnsanın cüzi iradesini ve Yaratıcı karşısındaki sorumluluğunu temel alan Mutezile ise “tüfek atmasaydı, ölmeyecekti” diyerek gözlemlenmiş bir hadisedeki sebebin faraza değiştiği takdirde, sonucun da değişeceğini kabul ediyor. Fakat kaderin o hadisedeki sebep ve sonuca nasıl taalluk ettiği (alaka kurduğu) gözlemlenmişti. Ya geçmişte kalmış bu hadiseye kader cihetinden bakacağız ve kaderinin değişemeyeceğine hükmedeceğiz, ya da o hadisenin sebebi değiştiğinde sonucunun da farklı olacağını düşünüp ilm-i ezelinin o hadise ile olan bağını gündemimizden düşüreceğiz. Yapılmış gözlemden sonra sebebin ve sonucun değişebilirliğine hükmetmek ilm-i ezelinin o bağlamdaki sebep-sonuç ilişkilerine taalluk etmemesi anlamına geldiğinden, bu da ilm-i ezelinin faraza da olsa inkarı demek oluyor.

Şimdi gelelim “tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul” önermesine. Acaba hakikaten bilmiyor muyuz veya neden bilemiyoruz? Dikkat edersek, bu cevap 3:154’de verilen cevaptan farklı. Zira ayet “seçim / emir bizde olsaydı, cihad meydanında olmazdık ve öldürülmezdik” diyen kimseye, “cihad meydanı yerinde evinde olsaydın, ölüp ölmeyeceğin meçhul kalırdı” demiyor. Onun yerine, “cihad meydanında ölmeleri mukadder olanlar [ki onların kim olduğunu biliyorsunuz] ölecekleri yere gelir ve orada ölürlerdi” diyor. Yani ayet herhangi bir bilinmezlikten bahsetmek yerine, gözlemlenmiş bir sebep-sonuç ilişkisinin hiçbir şart altında değişemeyeceğini söylüyor. Çünkü vuku bulmuş o hadiseyi gözlemleyenler olarak ilm-i ezelinin hangi sonucu hangi sebeplerle beraber taalluk ve ihata ettiğine şahitliğimizi ettik. Eğer ki bu aleme varlık verenin ilminin herşeyi ihata ediyor olması gerektiğini kudret ve irade eserlerine bakarak tahkik ve tasdik etmiş isek, o zaman herhangi geçmiş bir hadise bağlamında “şunu yapmasaydım, bu olmaz, vs.” gibisinden düşünceler tasdik ettiğimiz meseleyi gereği gibi anlamadığımızı bize gösteriyor.

İnsan zihni daha bebeklikten itibaren kontrollü deneyler yaparak sebep-sonuç ilişkilerini deşifre ediyor. Hangi sebebin bir şeyi yapmamızı veya yapamamamızı öncelediğine dikkat ederek, o sebebin sonuç üzerindeki etkisini anlamaya çalışıyoruz. Bu tür çıkarımlar eşya ile ne tür ilişki kurmamız gerektiği hususunda gayet faydalı iken, geçmişte kalmış tercihler ve hadiseler söz konusu olduğunda ise durum değişiyor. Mesela, sınavlarda başarılı olmak için çalışmak gerektiğini anlamış olabilirim. Diyelim ki bir sınava çalışmadım, kırık not aldım ve dedim ki, “çalışsaydım, geçerdim.” Hayır, bilemem; belki de çalıştığım halde geçemeyecektim. Zira sınavda başarılı olmak için pek çok şartın bir araya gelmesi lazım ve benim çalışmam bunlardan sadece biri. Teknik ifadesi ile, illet-i tâmme gerekir. Fakat şunu söyleyebilirim ve söylemeliyim: “bir sonraki sınava mutlaka çalışmam lazım.”

O halde, “tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul” cümlesi, geçmişte kalarak ilm-i ezelinin ne şekilde taalluk ettiği gözlemlenmiş bir hadisenin olmayışını tasavvur eden bir kimsenin ontolojik zemini kaybedeceğini ve dolayısıyla hükümsüzlük ve cehalet içine düşeceğini söylüyor olmalı. Zaten Nursi İşarat-ul İ’caz’da sebebin mâdum olduğu farz edildiğinde sukut edilmesi gerektiğini söylemiş:

“Bir adam, bir âletle bir şahsı öldürse, sebebin mâdum olduğunu farz edersek, müsebbebin keyfiyeti nasıl olur? ... Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatçe, bu misalde sükût ve tevakkuf lâzımdır.”

Bir başka deyişle, bir söylemin bizi hükümsüzlüğe ve cehalete çekeceğini görmüşsek, sükut etmek ve konuya dahil olmamak gerekiyor.

Kader meselesinde yaşanan problemler ilm-i ezeliyi anlamamaktan, kabul edermiş gibi yapıp inkar etmekten veya geçmişte kalarak vacibiyeti ortaya çıkmış hadiselere mümkün muamelesi yapmaktan kaynaklanıyor. Halbuki o hadiseler mümkin olsa da, değişmeleri mümkün değil. [1] “Tüfek atmasaydı…” cümlesinin her versiyonu hatalı, çünkü sırf eşya Vâcibü’l-Vücud’a nisbetle mümkin diye, O’nun icab ve icad ettiği bir sebep-sonuç ilişkisinin olmayışını (mâdumiyetini) tasavvur ediyor. 3:154 bu hataya vacibiyeti ortaya çıkmış hiçbir mümkin hadisenin ne sebebinin ne de sonucunun değişemeyeceğini söyleyerek neşter vuruyor.


  1. [1] Bu konuyla ilgili “Mümkin Vacib ve Mümkin Mümkün” başlıklı yazıya bakılabilir.