Terazimiz ne zaman ağır çeker?
فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَاز۪ينُهُ فَهُوَ ف۪ي ع۪يشَةٍ رَاضِيَةٍ
“Terazileri ağır çeken kimse artık razı olduğu bir maişet içindedir.” 101:6-7
فَمَنْ ثَقُلَتْ مَوَاز۪ينُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Bu ayetler hesap gününde tartılan salih amellerin ağır çekmesi şeklinde anlaşılıyor. Bu doğru olmakla birlikte, ayetler sadece kıyamet günü gerçekleşecek olan hesaba bakmıyor. Zira terazi ve tartma sadece orada değil.
Bu konuyla ilgili mesela şu parçayı dikkate alabiliriz:
“Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir. Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.” 11. Söz
Yani enemize konmuş teraziler ile eşyanın kıymetini tartmak için buradayız. Terazilerimizin hassasiyeti ölçüsünde eşyaya kıymet biçebiliyoruz. Domates tartan kimsenin terazisi altın tartanınkine göre çok daha kaba saba olur. Hele Ebu Cehil gibi yanmaya ve kül olmaya namzet kömür tartanınki ile Ebu Bekir (ra) gibi elmas tartanınki hiç bir olmaz.
Terazinin kıymeti, tarttığı şey nisbetindedir. Eşyanın kıymetini takdir ettiğimiz ölçüde “yok, bu terazi ile olmaz” diyor, meta-terazimizi (varlık modelimizi) yeniliyoruz. Tarttığımız şeyin kıymeti ölçüsünde terazimiz ağır çekiyor. Elmas tartan terazinin sahibi Ebu Bekir (ra), her tarafta elmas görüyordu ve onlara yüksek kıymet biçebiliyordu. Daha burada iken razı olmaması ve felaha ermemesi mümkün mü?
En nihayetinde varacağımız nokta, her ne kadar terazilerimizi upgrade edersek edelim, müşahede ettiğimiz sanat eserlerinin kıymetini ve onların Sanatkarının sanatının ihtişamını hakkıyla takdir edemeyeceğimizi itiraf etmek:
Sübhâneke mâ arafnâke hakka ma'rifetike, yâ Ma'rûf!
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler Seni hakkıyla tanıyamadık, ey Mâruf!
Sübhâneke mâ abednâke hakka ibâdetike, yâ Ma'bûd!
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler Sana hakkıyla ibadet edemedik, ey Mâbud!
Sübhâneke mâ zekernâke hakka zikrike, yâ Mezkûr!
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler seni hakkıyla zikredemedik, ey Mezkûr!
Sübhâneke mâ şekernâke hakka şükrike, yâ Meşkûr!
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler sana hakkıyla şükredemedik, ey Meşkûr!
Bu konuyla ilgili ayet:
وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪
“Allah’ın kadrini hakkıyla takdir etmediler / edemediler.” 39:67
Allah’ı sadece inanmayanlar değil, hiç kimse gereği gibi takdir edemiyor—terazilerini yenileye yenileye bitap düşüp hayret ve dehşet içinde yukarıdaki sözleri söyleyenler müstesna.
Velhasıl, burada, özellikle de şahsi tecrübelerimizde ve kendimizde, kıymetli bir şey görmüyor ve tartmıyorsak, orada terazimizin ağır çekmesini beklememiz pek de mantıklı olmasa gerek.
Neden özellikle şahsi tecrübelerimizde ve kendimizde gördüğümüz kıymet önemli? Çünkü her ne kadar tecrübe ettiğimiz varlık mutlak özelliklere sahip bir Sanatkarın eseri ve dolayısıyla nihayetsiz kıymetli desek de, bu sözümüzde ne kadar samimi olduğumuzun turnusol kağıdı mahiyetindeki ölçüsü, kendi hayatımızı ve kendi tecrübelerimizi ne kadar kıymetli gördüğümüz. Zira esas problem orada ve zurnanın zırt dediği yer de orası. Kainata baktığımızda nihayetsiz bir mebzuliyet (bolluk) içinde nihayetsiz güzel eserler görüyoruz ve diyoruz ki, bunların sahibinin bitmez tükenmez hazineleri olmalı. Fakat insan öyle bir varlık ki, karşısında nihayetsiz kıymet ve güzellik de olsa, eğer ondan kendi payına düşen bir şey yoksa, hepsini bir çırpıda silebiliyor. Aynen şu parçada belirtildiği gibi:
“Evet, durub-u emsaldendir ki, bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için, ‘Tuh, ne kadar çirkindir!’ der, o güzelin güzelliğini nefyeder. Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer, üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez, asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için, kendi lisanıyla ‘Ekşidir’ der, gümler gider.”
Üzüme “ekşi” dememiz, terazimizin hafif çekmesine yani tarttığımız şeyde kıymet görmememize denk geliyor. Herkes aynı eşyayı tartsa da, tüm mesele terazinin etrafında dönüyor ve terazimiz ile tarttığımız şey arasındaki ilişkiye bakıyor.
Hayatımızda tarttığımız en önemli şey ise kendimiz. “Ne kıymetim var?” sorusu belki de en temelli sorumuz. Eşya ile ilişkiye kendimize kıymet katmak için giriyoruz. Eğer kendimizi ve ilişkilerimizi kıymetli görmüyorsak, Allah’ın nihayetsiz hazinelerinin olması bize pek bir şey ifade etmez.
Bu gayet temelli kıymet problemimizi iman iki veche ile çözümlüyor. Sanatkara bakan birinci veche bize diyor ki, gözlemlediğimiz sanat eserlerini tartma ve değer biçme kabiliyeti tüm eşya içinde sadece bize verilmiş. Her ne kadar terazimizin mahiyeti vehmi olsa da, fonksiyonu itibariyle nihayetsiz kıymetli ve fakat onu doğru kullanabilmek ancak vahyin eğitimi ile mümkün. Bu eğitimi ilk etapta yakın çevremizdeki ilişkilerimiz bağlamında uygulamamız ve kendimizi ve ilişkilerimizi daha hassas tartmayı öğrenmemiz lazım. Bu da ancak özel hayatımızda yaptığımız yorumları gözden geçirmek ve vahyin rehberliğinde revize etmekle olur. Eğer şahsi tecrübelerimizi hep aynı şekilde yorumluyorsak, terazimiz hassaslaşmıyor ve hafif çekiyor demektir.
Ahirete bakan ikinci veche bize diyor ki, eşyayı Sahibini tanımak maksadıyla tartıp ondaki kıymeti takdir ettiğimiz ölçüde o eşyayı baki alemde miras alıyoruz—özellikle de sevdiklerimizi ve aramızda ünsiyet peyda olmuş şeyleri. Tarttığımız eşya sureten elimizden çıkıyor; hakikatte ise bizim için korunmaya alınıyor. Tartılan hazinenin korunma problemi ortadan kalktığı ölçüde, ki bu da ancak vahyin verebildiği bir eğitim istiyor, dikkatimizi daha net bir şekilde tartma vazifemize verebiliyoruz.