Şükrederseniz artırırım”

Aşağıdaki ayetin meali genel itibariyle aşağıda alıntıladığım gibi yapılıyor:

لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ي لَشَد۪يدٌ “Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım. Eğer (nimetimin) üstünü örterseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” 14:7

Öncelikle belirtmek gerekir ki, şükür ve hamd pazarlık edercesine yeni nimetler elde etmek için değil, geçmiş nimetlerden ötürü memnuniyeti ifade etmek için edilmeli. Bir kimse bize bir iyilik yaptığında, o iyilikten ötürü teşekkür ederiz, teşekkür edelim ki bize daha çok iyilik yapsın diye değil. Nimetler için ettiğimiz şükür de bundan pek farklı değil.

Her ne kadar yukarıdaki ayette nimet kelimesi geçmese de, ayet şükrettiğimiz takdirde bize verilen nimette artış olacağını haber veriyor. Bu artışın bir vechesi bu aleme, diğer bir vechesi de ahirete bakıyor olmalı. Elimize geçen bir şey için şükretmenin öncesinde, o şeyi alemlerin Rabbinin bize has bir hediyesi yani “O’dan gelen bir nimet” olarak görebilmemiz gerekir. Bu da nazarımızı o şeyin kendisinden çok onun ardındaki lütuf, ilgi ve sevgi gibi asıl ihtiyacımız olan manalara çevirir, nimetten aldığımız lezzeti artırır ve daimi kılar. Bir başka deyişle, ayetin bahsettiği artışın bir şeyi nimet bilmenin kendisinde olduğunu söyleyebiliriz. Bir şey nimet ise, o şey onun ardındaki Mün’im hesabına zaten artmıştır. Kendimize nimet kılamadığımız şeyler ise ebter yani sonu kesik kalır. Ayette nimet kelimesinin geçmemesini bu noktaya dayandırabiliriz. Biz hakikatte her an nimetler içinde yüzüyor olsak da, gaflet veya dalalet sebebiyle üzerimizdeki veya etrafımızdaki nimetlendirmeyi göremiyor ve dolayısıyla da artışı hissedemiyor olabiliriz. Artış bedava değil; sadece nazarını eğitenlerin ve pratiğini yapanların bahis konusu artıştan bir nasibi var.

Buna ilaveten, bu alemde bize lezzet veren şeyler birer numune mahiyetinde ise ve asılları ahirette ise, burada aldığımız lezzet ve gördüğümüz ikram için ettiğimiz şükür ahiretteki asıllara talip olmamızı da mümkün kılar. Zira o asıllara talip olmak için öncelikle buradaki nimetlendirme fiilini (in’amı) farkedip görmemiz, Mün’imi tanımamız ve O’na memnuniyetimizi halimiz ve dilimiz ile iletmemiz gerekiyor. Asıllara (inşaAllah) namzet olduğumuzu bilmek de, tecrübe ettiğimiz numune mahiyetindeki lezzetlerin bitmesi ile gelen elem hissini lezzetli bir bekleyişe (intizara) dönüştürür.

O halde artma işlemini geleceğe havale etmek, “ben burada şükredeceğim, Allah da bana ahirette verecek” demek zorunda değiliz. Hatta bunun yanlış bir yaklaşım olduğu da söylenebilir. Nasıl ki adresimize gelen bir hediyenin kıymeti onu gönderen makamın yüksekliği nisbetinde artar, üzerinde mutlak esmanın tecellilerinin okuduğumuz bir şeyin değeri de otomatik olarak katlanır. Eğer ki nazar o hediyeyi iki cihan Sultanının ikramına ve baki bir aslın numunesine dönüştürdü ise, zaten sırtımızı o Sultana dayamışız ve “dünya/ahiret”imizde [2] ikram içindeyiz. Daha neyin artışını bekleyelim?

***

Buraya kadar anlattıklarımı bir kenara koyarak, başta verdiğim ayetin Arapça gramerine uygun ve fakat pek rastlanmayan bir başka çevirisini de dikkatinize sunmak isterim:

لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ “Eğer şükrederseniz elbette sizi artırırım.” 14:7

Ayete bu perspektiften baktığımızda, şükredilen şeyin değil, şükredenin kendisinin artırıldığı söyleniyor. Bu noktada akla gelen soru şu: şükredenin artmasından kastedilen nedir?

Bahis konusu artış varlık cinsinden de olabilir, kıymet cinsinden de. Kıymet cinsinden artışı anlamak biraz daha kolay olduğundan, önce onunla başlayalım. Gelen bir nimet ve ettiğimiz hamd bize mutlak özelliklere sahip bir Sanatkarın eseri olduğumuzu bildiriyor veya hatırlatıyorsa, o Sanatkarın sanatının mükemmelliğini tanıdığımız ölçüde etrafımızda ve özellikle de kendimizde gözlemlediğimiz sanatın kıymetinin arttığına şahitlik ederiz ve “bu Sanatkar bu kadar kıymetli eserlerini zayi ediyor olamaz” deriz. Dolayısıyla, edilen şükür nimetin kıymeti kadar şükredenin de kıymetini artırır. O halde, hem nimetin hem de şükredenin kıymetindeki artış şükrün içinde ve yanı başında.

Varlık cinsinden artışı anlamak için ordu-asker temsilinden faydalanabiliriz. Orduya yazılan bir asker yemek ve kıyafet gibi kişisel ihtiyaçlarını devlete bırakıp askeri eğitimine odaklanır. Kendisine verilen rütbe ve yetki ile kendi başına yapamayacağı pek çok işi bir emir ile halleder. Mesleğinde fena bulmuş böylesi bir asker “sen kimsin?” sorusunu rütbesi ve vazifesi ile cevaplar. Karşısındaki kimseye şahsi nüfus cüzdanını değil, vazifesini belgeleyen askeri kimliğini gösterir. Onun kimliği artık ait olduğu ordu ile özdeşleşmiştir. Başına gelen hadiseleri tamamen ait olduğu ordu ve kendisine verilen vazife perspektifinden değerlendirir. Ben bu perspektife “biz” paradigması diyorum. Bu isimlendirme tamamen benim bu konuyu nasıl anladığımla alakalı, yoksa yeni birşey değil. Zira hem Kur’an’da, hem risalelerde, hem de tasavvuf literatüründe eşya arasındaki birlik konusu ziyadesiyle işleniyor.

Bu aleme gözümüzü açtığımızda kendimizi kesret (çokluk) içinde buluyoruz. Devlet malından çalan kimsenin başkalarının da çalmasına müsaade etmek zorunda kalması gibi, kendimizi çalmamız (enemizin yerleşmesiyle “ben” dememiz) başkalarının da kendilerini çalmasını, yani herşeyi kendine malik bilmemizi netice veriyor. Bunu bilerek yapmıyoruz ve vahyin / risaletin uyarısı gelene kadar da bu halimiz değişmiyor. Hakikat nazarında tüm eşya Rabb-ul Alemin’in ordusunda görevli asker olsa da (48:7), bizler vazifesini bırakıp çarşı pazarda şahsi işinin peşine düşen kaçak asker gibiyiz ve herkesi de kendimiz gibi zannediyoruz. Vahiy ve risalet işte o kaçağı iş üstünde yakalıyor. Bir başka deyişle, İslam dediğimiz din kaçak askerlere geliyor—ordudan ve kaçaklığından haberi olmayan kumandanlığa namzet askerlere. Kaçak asker nasıl kumandan olur demeyin. Eğer bu alem insanı eğitmek, onu esfel-i safilinden ala-yı iliyyine çıkarmak (from rags to riches) ve onu Yaratıcıya bir kaside yapmak için var edildiyse, bu maksada hizmet eden her türlü sürprize açık olmamız gerekir.

Vahyin ve risaletin rehberliğinde bu alemin koca bir ordu mahiyetinde olduğunu farkettikçe ve o ordudaki görevimizin başına şuurumuzla geçtikçe, nazarımızdaki kesret yavaş yavaş yerini vahdete (birliğe) bırakıyor. Kendi şahsi başarımızdan ziyade ordumuzun başarılarıyla iftihar ediyoruz. [1] Şahsi kinlerimizi ve alacaklarımızı bir kenara bırakıp, ordumuzun nisbi-itibari düşmanlarına cephe alıyoruz. Hatta belki daha da önemlisi, ordumuzu sadece içinde bulunduğumuz andaki askerlerden ibaret görmüyoruz, tüm geçmiş ve gelecek zamanlardaki askerleri de o orduya dahil ediyoruz ve hiçbir askeri ölü bilmiyoruz (2:154).

İşte 14:7’nin bahsettiği varlık cinsinden artış ben/kesret paradigmasından biz/vahdet paradigmasına geçiş olarak düşünülebilir. Bu geçişi yapan kimsenin varlığı ait olduğu ordunun varlığı nisbetinde artış gösteriyor—aynen bir bedenin parçası olduğunu farkeden bir hücrenin varlığının o hücrenin nazarında ait olduğu beden nisbetinde artması gibi.

Bu tür bir yorumu ve biz/vahdet paradigmasına geçişi destekleyen birkaç referans ile bu yazıyı bitireyim. Öncelikle iki ayet:

وَيَسْتَج۪يبُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ “Ve imân edenlere ve sâlih sâlih amellerde bulunanlara icabet eder ve onları lütfuyla arttırır.” 42:26

وَسَنَز۪يدُ الْمُحْسِن۪ينَ

İyilik yapanları artırırız.” 2:58

Bir hadis:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66

Son olarak, Mustafa Ulusoy şu makalesinde “ben” paradigmasından “biz” paradigmasına geçişin psikolojik bir analizini yapmış ve bunun meleklere iman ile gerçekleşebileceğini söylemiş. Bu bence çok kıymetli bir çalışma ve okunmasını bu konulara ilgi duyan herkese tavsiye ederim. Bununla beraber, “biz” paradigmasına geçişin meleklere imanın yanında ahirete iman ile de ilişkilendirilmesi gerekir. Zira Rabb-ul Alemin’in orduları sadece bu alemdeki eşya ile kısıtlı değil. Burada vazifesini tamamlayan askerler bizim nazarımızda terhis ediliyorlar. İsrafil’in “toplan” borusu her an her alemde ötüyor. Hakikat nazarında herkes ve her alem vazife başında ve hiç kimse tatile çıkmış emir bekliyor değil.

***

Ulusoy’un makalesi biraz uzunca olduğundan ve herkesin baştan sona okuyamayabileceğini dikkate alarak, makalenin yukarıdaki yazıya hitap eden kısa bir özetini şu şekilde yapabilirim:

Bebek doğduğunda benlik bilinci olmaz; annesi ile oluşturulan “biz” sistemi (okyanus duygusu) içinde yaşar. İki yaşından itibaren benlik bilinci gelişir ve çocuğun dünyası “kendisi” ve “öteki” olarak ikiye bölünür. Bu noktadan itibaren insan bilinci kendisinin ve etkileşime geçtiği şeylerin temsillerini ruhunda içselleştirir. Dünya çocuğun iç dünyasına yerleştikçe, çocuğun iç dünyası da dünyanın içine yerleşir. Böylelikle cüz’iyyetin içinde külli olan hususi bir dünya insan için kurulur.

İnsan kendinin farkına vardıkça, ötekinden iyice ayrışır. Kesret duygusu yerleşir, okyanus duygusu kaybolur. İnsan, hayatının kalan kısmında hep içten içe o kaybettiği okyanus duygusunu arar. Kendisi (enfüs) ve öteki (afak) arasındaki boşluğu doldurmak, tüm kainatın ayrılmaz bir parçası olduğunu bilmek ve hissetmek ister. Bebekliğinde biyolojik olarak hissettiği okyanus duygusunu, yetişkinliğinde anlam bağı çerçevesinde kurma ihtiyacını hisseder. Fakat “ben benim” dediği sürece, öteki ile anlam bağını kurmakta zorlanır. “Kendime mâlikim” diyen, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.” Kendisinin ve ötekinin iç içe geçmiş hayattar hakikatinden uzaklaşan kişi, hem kendisine ve hem de kainata yabancılaşır. Fenaya giden her şey kişinin içini boşaltır. Böylelikle insan kendisini varoluşsal bir boşluk içinde bulur.

Eşyaya varlık kaynağı adına bakınca ve ondaki anlamı okuyunca, o eşyanın kişinin ruhunun aynasındaki temsili canlanır ve ruhunu besler. Böyle bir bakış sahibinin ruhunun aynasındaki nesne temsilleri arasında, o nesnelerin ortak Yaratıcılarından dolayı bağlantılar vardır. Eğer meleklere iman da gerçekleşmiş ise, o nesnelerin ruhtaki temsilleri şuur kazanır ve kişi o temsiller ile şuurlu bir ilişkiye geçer. İnsanın ruhundaki temsillerin canlanmasıyla, hususi dünyasının her yanı hayat, şuur ve bilinç ile şenlenir. “Ben” ve “öteki” tanımları “biz”e dönüşür (“Uhud bir dağdır, biz onu severiz, o da bizi sever”) ve insan bebeklikten çıkarken kaybettiği okyanus duygusunun şuurlu ve bilinçli bir versiyonuna kavuşur.


  1. [1] “Benim hediyem hiçtir. Ey seyyidim, sen tüm makbul adamların getirdiği kıymettar hediyelerin hepsine layıksın ve hepsini sana onlar adına takdim ediyorum.” 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve
  2. [2] Dünya ve ahireti birbirinden bağımsız iki alem yerine, beraber işleyen bir sistem olarak düşünmek gerekir.