Seyl-i Mevcudat Ehl-i Şirki Nasıl Boğar?

2. Şua’da şöyle bir parça var:

…“Seyl-i mevcudat ve kàfile-i mahlûkat nereden geliyor ve nereye gidecek ve niçin gelmişler ve ne yapıyorlar?” diye halledilmeyen tılsımlı suallerin mânâları ona inkişaf etmesi, ancak ve ancak sırr-ı tevhid iledir. Yoksa, kâinatın bu mezkúr yüksek kemâlâtları sönecek ve o ulvî ve kudsî hakikatleri zıtlarına inkılâp edecek. İşte şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemâlâtına ve ulvî hukuklarına ve kudsî hakikatlerine bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semâvât ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anâsır ittifak edip, kavm-i Nuh (aleyhisselâm) ve Âd ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor.”

Bu parça tevhidin ikinci meyvesi olan sırr-ı vahdet hakkında ve kainatın zatına ve mahiyetine bakıyor.

İlk etapta akla gelen soru: Varlıkların akışı (seli) nasıl oluyor da ehl-i şirki boğuyor? Hakikaten öyle mi? Zira etrafımıza baktığımızda kimsenin boğulduğunu görmüyoruz. Öyle değil mi? Kur’an’da geçen hikayeleri kendimiz için okumamız gerektiğini biliyoruz ve bahsi geçen kavimlerin başına gelen akıbetin şu an dahi isyan edenlerin ve şirk koşanların başlarına geliyor olması gerektiğini söylüyoruz. O halde bu bildiklerimizi ve söylediklerimizi an itibariyle görebilmemiz de lazım. Nefis, ikna olmayı bekliyor. İkna olmak için de şahitlik lazım.

Parçada bahsi geçen boğulmayı, anlamsızlığın insanı boğması olarak yorumlamak mümkün. Zira insanı en çok rahatsız eden mesele içinde bulunan şartların zorluğu değil, zorluktaki anlamsızlık. İnsan anlamlandıramadığı şeye katlanamadığı için, ne sabır gösterebiliyor, ne de teslim olabiliyor. Dolayısıyla, evet, hayatın anlamsızlığı insanın takat​ini​ alıp onu boğabilme mahiyetinde. Demek ki eşyanın mana boyutunu temsil eden meleklere iman etmenin konu ile alakası var.

Öte yandan, etrafımızdaki insanlar hasbelkader hayatlarına devam ediyorlar. Meleklere imandan haberleri dahi olmadığı halde, gayet de mutlu olabiliyorlar gibi. Hatta kimileri bizden de mutluymuş imajı veriyor. Size de öyle gelmiyor mu? Çünkü hepsi hayatlarına anlam katan bir şeye tutunmuşlar. Kimin neye tutunduğu kişiden kişiye değişse de, herkesin tutunduğu birşey mutlaka var ve bunun istisnası yok. Değilse, mevcudatın bu hızlı akışı karşısında insanın kafayı sıyırmaması mümkün olmazdı.

Meleklere inansın veya inanmasın, herkes hayatına bir anlam katabiliyor ve bulduğu anlam ile tatmin olabiliyorsa veya tatmin olduğunu düşünebiliyorsa, bahis konusu boğulma sadece meleklere imanın olmayışı ile açıklanamıyor demektir. Dolayısıyla, konuyu başka bir zemine çekmek gerekli. Nefis halen ikna olmayı bekliyor.

O başka zemini de parçanın ortasında geçen ifadeden çıkartabileceğimizi düşünüyorum:

“…o ulvî ve kudsî hakikatleri zıtlarına inkılâp edecek.”

​Hakikatlerin zıtlarına inkılabı risalelerde ​ahiret / haşir bahsinde geçiyor. Mesela aşağıdaki cümle:

“Bu ise, hakikatlerin zıtlarına inkılâbıdır.​”

Bu cümlenin geçtiği paragrafın başlangıç cümlesi ise şöyle:

“Eğer, faraza, tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âli mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes’ud raiyeti bulunmazsa​…”​

O halde boğulma mefhunu çekmemiz gereken zemin ahirete iman.

Ahiret boyutu olmayan bir hayatın nasıl insanı boğmaya meyyal olduğunu bir temsil ile anlatmaya çalışacağım. Fakat bu temsile geçmeden önce, meleklerin tek görevinin eşyanın manasını taşımak (gerçi mana maddeyi taşır dememiz lazım), yani ona varlık vereni tanıtmak olmadığının altını çizmem lazım, ki bu da dünyanın iki güzel vechesi olmasıyla alakalı. Zira melekler eşyanın (1) emir ve ilim alemlerinden getirilip müşahade edebileceğimiz tarzda bu alemde varlık bulmasında ve (2) görevini tamamlayan eşyanın ahiret alemlerinde ​korunmasında da görev alıyorlar. Demek ki, melek deyince aklımıza mananın yanında bunlar da gelmeli. Bu kelimenin kuvvet anlamı da var. Mesela aynı kökten gelen melik kelimesi kudret sahibi demek. Alem-i şehadete kudret alemi denmesi, ortaya çıkmasında meleklerin istihdam edilmesinden ötürü.

Şimdi seyl-i mevcudatın insanı nasıl boğmaya meyyal olduğunu açıklamaya yardımcı olabileceğini düşündüğüm temsile geçebiliriz.

Gözünüzde sağanak yağmur canlandırın. O sağanak yağmurdan ve o yağmurun oluşturduğu film tabakası gibi bir yüzeyden başka hiçbir şey görmüyorsunuz ve bilmiyorsunuz. Bildiğiniz tek şey, bir şekilde bir yere veya bir şeye tutunmanız veya binmeniz gerektiği. Tutunamadığınız takdirde yağmurun oluşturdugu o ince yüzeyin altına düşeceksiniz, yani boğulacaksınız. Sizi yüzeyin üzerinde taşıyacak bir vasıtaya ihtiyacınız olduğunu hissediyorsunuz. Bu ne olabilir? Gözünüze dağ gibi bir cisim ilişiyor ve fakat farkediyorsunuz ki o da yüzeyin altına düşmeye meyyal. Ondan da ümidinizi kestiniz ve rasulun getirdiği mesaja tutunmam, onun gemisine binmem lazım dediniz. O anda “işte bu Nuh’un gemisi, bin” dediler. Fakat o gemiye herkes binemiyor veya o herkesi taşımıyor. Mucizevi olan bu gemi, ancak suyun kaldırma kuvvetini tanımış ve bilmiş kimseleri taşıyor. Suyun kaldırma kuvvetini de ancak yağmurun oluşturduğu film tabakası kalınlığındaki yüzeyin altında kalan denizin varlığından haberdar olanlar biliyor. Yani yüzeyin altında deniz VAR diyebilmeniz lazım. Zira film tabakası kalınlığındaki su hiçbir gemiyi taşımaz. Bırakın gemiyi, sandalı bile taşımaz. O halde boğulmamak için hem gemiye, hem de yüzeyin altındaki denize ihtiyaç var. Deniz yoksa ya da yok gibiyse, yüzeydeki ince su tabakasının altı boşluk ise, aşağıya düşmekten kaçış yok.

Aynen onun gibi, sağanak yağmur, meleklerin bir an sonra m​üşahademize getirmekte olduğu mevcudata, film tabakası kalınlığındaki su yüzeyi de an itibariyle müşahade ettiğimiz varlığa denk geliyor. Binmeye çalıştığımız gemi risalete ve vahye, gemiyi kaldıran deniz de ahiret alemlerine denk. Eğer kainat dediğimizde aklımıza otomatik olarak alem-i şehadet (film tabakası) geliyor ve fakat daimî menziller, âli mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes’ud raiyet (deniz) gelmiyorsa, yani gemiyi kaldıracak denizden yoksun isek, bu seyl-i mevcudatta boğulmaktan kaçamıyoruz — her ne kadar bunu kendimize yakıştıramasak da. Nursi bize kendi problemimizi anlatıyor, başkalarınınkini değil. Geçmişte kalanları mezaristana gömdüğümüz ve geçmişe gidenler adem rengini aldığı sürece, içinde bulunduğumuz halden çıkmamız mümkün değil.

O halde, yukarıda alıntıladığım parçanın başında geçen mesele, yani eşyanın nereden gelip nereye gittiği bizim için azami önemli bir mesele. Eşyanın gelişi, yani sağanak yağmur ve o yağmurun oluşturduğu film kalınlığındaki yüzey kendi kendine olmuyor. Meleklerin taşıması olmadan arz bu intizamı ile varlık buluyor olamaz. Demek ki madde yani alem-i şehadet, mana, emir, ilim, irade ve kudret ile kaim. İlaveten, eşya ademe gitmiyor. Bir önceki anda yüzeyi oluşturan film tabakası, yeni damlaların gelmesiyle onlara yer açarak denize dahil oluyor. Ademe yani yokluğa gitmiyor. Yüzey, o denizin üstünde taşınıyor. Sırr-ı tevhidin tecellisi olan vahdet sikkesi, sağanak yağmur, yüzey, deniz ve gemi sisteminin bütünlüğünde kendini gösteriyor.

O halde, Nuh’un gemisine ancak ahirete iman biletini DE alarak binebiliriz. Deniz bizim için var olmalı ve kaldırgaç görevini görmeli. Geçmiş bizim için mezaristan değil, kabristan ve şehitlik, yani hayattar olmalı. Meleklerin görevini tamamlayan eşyayı daimî menzillerde, âli mekânlarda, sabit makamlarda, bâki meskenlerde muhafaza ediyor olmaları gerektiğini, aksi takdirde müşahade ettiğimiz varlığın işleyişini açıklayamayacağımızı tam bir teslimiyetle tasdik edebilmeliyiz. Kainat dediğimizde de, alem-i şehadet de dahil olmak üzere bunların hepsini birden düşünmeliyiz. Aksi takdirde, geçmişe düşen tecrübelerimiz adem rengini aldığı sürece, her geçen gün bizi biraz daha ağırlaştıracak ve aşağı itecek demektir.

قَالَ سَاٰو۪ٓي اِلٰى جَبَلٍ يَعْصِمُن۪ي مِنَ الْمَٓاءِۜ قَالَ لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِ اِلَّا مَنْ رَحِمَ “O, dedi ki; ‘Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım.’ Nuh da ‘Bu gün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak herhangi bir şey yoktur.’ dedi.” Hud 43

Merhameti herşeyi kuşatmış olan Allah, varlık yani kainat ile merhamet eder. Ancak kainattaki tevhid ve vahdet sikkelerini görebilenler Nuh’un gemisinde tenezzüh içinde gezdirilirler. Şirke düşenler ise boğulmaktan kurtulamıyor, çünkü varlığı müşahademize sokan meleklere şirki boğma emri verilmiş. Onlar da verilen emri hatasız ve istisnasız yerine getiriyor. Dağa sığınanların dağı anında yüzeyin altına düşüyor. An itibariyle sığındıkları dağın hep orada olduğunu ve olacağını vehmederek kendilerini teskin ediyorlar.

Rabbimiz bizi Nuh’un gemisinde gezen ve kainatta tecelli eden vahdet sikkesini görenlerden olabilmeyi bizlere nasip etsin.