Şerrin Kıymeti
Şer öyle bir mesele ki, hangi kaynağı okursak okuyalım, üzerinde ne kadar mesai harcarsak harcayalım, anlayamadığımız, çözümleyemediğimiz veya özümseyemediğimiz noktaları mutlaka kalacak. Zira şer her insanın zihnini ömrü boyunca meşgul etmesi amacıyla âlemlerin Rabbinin özellikle seçtiği bir konu.
Tahrif olmuş diye küçümsediğimiz Hristiyanlık, bilime karşı kaybettiği savaşa rağmen, bugün halen dünyanın sayıca en büyük dini ise, şer meselesine getirdiği “ilk/orijinal günah” açıklamasının ve uygulamaya koyduğu günah çıkarma gibi pratik çözümlerin bunda önemli payı var. Pek çok insan “Eğer Tanrı mutlak iyi ise, bu kadar kötülüğe nasıl izin veriyor?” sorusuna cevap bulamadıkları için ateist veya agnostik oluyor. Bu meseleyi hallettiğini düşünen pek çok müslüman, kötülüğü tecrübe edenlere "sık dişini geçecek, ama bak bu tarafta iyilik de var, aklın ve duyguların kabul etmese de teslim ol, burada sıkıntı çekiyoruz ama ahiret bizim" gibisinden başka bir teklif getirmiyorlar. Demek ki kendi özel hayatlarında da bunlardan farklı bir çözümleri yok. Kabul edelim veya etmeyelim, hepimizin şer ve kötülük ile bir derdi var. İyi bildiğimiz insanlardan ve özellikle de kendimizden kötülüğün nasıl ve neden ortaya çıktığını anlayamıyoruz. İşbu sebeple, mütevazi olmaya özellikle de bu konuda ihtiyacımız var. Hem kendimizin ve hem başkalarının dertlerine, hem de içinde bulunduğumuz âlemi bize bir ders kitabı yapan Zatın maksatlarına saygı gösterip, konunun nihaî çözümünü yakaladığımızı ima eden cümleler kurmaktan kaçınmalıyız. Her ne kadar beslendiğimiz kaynakların bu konuyu temelden hallettiklerini ve şahsen de bir hayli mesafe katettiğimizi düşünsek de, biz herhangi bir nihaî noktada değiliz ve hiçbir zaman da olmayacağız. Bizim derdimiz konunun yeni inceliklerini yakalamaya çalışmak ve bu hususta emek harcayan etrafımızdaki diğer insanlara dertdaş olabilmek olmalı.
Bu yazıyı yazarken beslendiğim en önemli kaynak, içinde bulunduğum âlemin açıklaması ve el kitabı olarak gördüğüm Kur’an. İlaveten, Said Nursi’nin Risale-i Nur adı altında toplanan eserlerinden Kur’an’ı anlamada ziyadesiyle faydalanmış birisiyim. Allah ondan ve onun öğretmenlerinden ve en başta da hepimizin öğretmeni olan rasulullahtan (asm) ebediyyen razı olsun.
Ben de bir öğretmenim. 23 senedir Amerika’da lisans ve lisansüstü seviyesinde çeşitli dersler veriyorum. İlk etapta mesleğimin Kur’an’ın mesajını anlamamda benim için ne kadar kritik bir rol oynayabileceğini farkedemedim. Fakat son birkaç senedir, bir eğitim kurumunda profesyonel olarak öğrenme ve öğretme faaliyetleriyle uğraşmanın şer meselesi de dahil olmak üzere itikadî (inanca dair) konulara nüfuz etmede ne kadar faydalı olabileceğini bizzat tecrübe ettim.
Örnek vermek gerekirse, mesleğimin bana sağladığı perspektiften ötürü, İngilizce’ye religion olarak çevrilen “din” kelimesini “eğitim” olarak anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu anlam kelimenin Arapça’daki “borç” ve “yükümlülük” anlamıyla da uyumlu, zira eğitim bir öğrencinin en temelli yükümlülüğüdür. Kâinatı eğitimimiz için hazırlanmış tafsilatlı bir kitap ve laboratuvar gibi biliyorsak, insana onun okuyucusu ve onu çalışan öğrencisi diyorsak, din dediğimiz mefhum tamamen insanın eğitimiyle alakalı olmalı. Eğer insan kâinatın zübdesi (çekirdeği, özü) ise, kâinat dediğimiz eğitim kurumundaki istisnasız her şey (özellikle de Cehennem) onun öğrencisinin yani insanın eğitimi için var edilmiş olmalı. Kur’anî bir terim olan fitne, Türkçe’de bildiğimiz negatif anlamının aksine, öğrencinin eğitimi ve çözmesi için özel olarak tasarlanarak hususi hayatına yerleştirilmiş problem demek olmalı. Zaten eğitim camiasında da eğitimin problem temelli (problem-based learning) olması gerektiği çok iyi bilinir. Kur’an da fitneden yani öğretmenin verdiği problemden kaçanların negatif anlamıyla fitnenin yani eğitimden mahrum kalmanın tam ortasına düştüklerini haber verir. [10] Çünkü insan için hakiki anlamda zararlı olan tek musibet, onun eğitimine gelen ve eğitimini engelleyen musibettir. [11] İnsan için bu dünyadaki en büyük hedef, değişim ve dönüşümdür. [12] Bir kimse bir konuda aynı görüşü 30 yıldır kendisine ve başkalarına tekrarlıyorsa, o konuda son 30 sene itibariyle herhangi bir kazanımı yok demektir ve ziyandadır.
Tüm bu sebeplerden ötürü, bu yazıyı “şer meselesi bir eğitimcinin gözünden nasıl görünüyor?” perspektifi ile okumanızı rica ederim.
Şer ve kötü aynı şey değil
Öncelikle şer ve kötü mefhumlarının arasının net bir şekilde ayrılması gerektiği kanaatindeyim. [33] “Hayır” ve “şer”, varlık ve yokluk, artma ve azalma gibi teorik mefhumlar iken, “iyi” ve “kötü” insanın bir hususta duygularını kullanarak vardığı değer yargısını içerir. İnsan iyi bildiği (yargı) şeyi sever (duygu), kötü bildiğini (yargı) ise kerih yani sevilemez, tiksindirici, vs. (duygu) addeder. Kur’an bu noktaya aşağıdaki ayet ile işaret ediyor:
“Olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysa ki o sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” [20]
İnsan, duygularıyla vardığı bir yargıdan ötürü bir şeyden hoşlanmaz ve onu kötü bilir. Halbuki o hoşlanmadığı şey onun kabiliyetlerini geliştirmesi için hayırlı (varlığını artırıcı) olabilir. Benzer şekilde, insan duygularıyla vardığı bir yargıdan ötürü bir şeyi sevip onu iyi bilebilir, fakat o şey kabiliyetlerinin gelişimini dumura uğratan ve körelten bir şer (varlığını azaltıcı) olabilir. Çoğu şeyin bizim için hayır mı yoksa şer mi olduğunu ilk etapta göremeyiz. Onların hakikatini o şeyleri tecrübe edip, sonuçlarını görüp, o sonuçlar üzerinde düşündükçe anlarız. Dikkat ederseniz, yukarıda mealini verdiğim ayet ile ilgili yaptığım bu açıklamada şer kelimesini bizim günlük hayattan bildiğimiz “kötü” anlamında kullanmadım. Zira bu iki kelime arasındaki fark bence hayati öneme haiz.
Bunu örneklendirmek gerekirse, bir öğrenci geçmiş öğrencilik hayatında yaşadığı bir takım tecrübelerden ötürü matematik dersinden hoşlanmayabilir. Matematik hayatın pek çok alanında faydalı olduğu için, bu öğrencinin matematikten hoşlanmayışı, onun hayatta karşısına çıkacak pek çok fırsatı değerlendirememesine yol açabilir. Benzer şekilde, bir öğrenci derste cep telefonuyla oyun oynamayı sevebilir. Oynadığı oyun onun eğitimini sekteye uğrattığından, kendisi için bir şerdir.
Öğrencinin derste oyun oynamasının onun için şer olması, o oynamanın onun için “kötü” olduğu anlamına gelmez. Zira eğitim camiasında gayet iyi bilindiği üzere, öğrenci eğitime içinden gelen bir motivasyon (intrinsic motivation) ile dahil olmalıdır. Kur’an da bu konuya çeşitli ayetlerle değinir. [1], [21] Değilse, siz istediğiniz kadar o öğrenciye telkinde bulunun veya yaptırım uygulayın, o öğrenci derse dikkatini vermesi gerektiği hususunda ikna olmadığı sürece telefonu elinden bırakmaz; eli bıraksa da aklı ve duyguları bırakmaz. Öğretmen öğrenciye dersi dinlemenin neden önemli olduğunu, dinlememenin ne tür problemlere yol açacağını açıkladıktan sonra, eğer halen öğrenci ikna olmamış ise, hür iradesi ile dikkat etmeyi seçene kadar o öğrencinin telefonuyla oynaması, onun için hem şer hem de “iyi” ve “güzel”dir. [13] Derse dikkat etmemenin sonuçlarını görüp, o sonuçları dersten gereği gibi faydalananların aldığı sonuçlarla kıyas etmesi lazım ki, dersi dinlemenin önemini anlasın ve ikna olsun.
Evet, “nefis ve şeytan kötü değil; onlara uymak kötüdür” şeklindeki görüşün “onlara uymak kötüdür” kısmına katılmıyorum. Onlara uymak şerdir ve fakat kötü değildir. Zira onlara uymanın eğitime bakan değeri (neticesi) hiçbir zaman ve hiçbir şart altında gözardı edilmemelidir. Nursi’nin ifadesiyle:
“Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise [ve her tercih] [7], ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.” [8]
Peki ya “kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir” prensibi? Evet, kesb-i şer yani şerrin edinilmesi şerdir yani insanın varlığını azaltıcıdır ve gereklidir. Zira verdiğim temsilde derse dikkatini vermeyen öğrenci bu davranışının kendisinin varlığını azaltıcı mahiyette olduğunu bilmiyor ki, ondan sakınmak için içinden herhangi bir dürtü gelsin. O ancak kendisi için şer olarak görebildiği (mesela elinin ateşte yanması gibi) şeylerden sakınabilir, ki o şeylerin şer olduğunu öğrenmek için de onları tecrübe etmesi gerekti ve o tecrübeler ile azalan varlığın (her ne azaldıysa) kıymetini anladı. Demek ki tecrübe ettiğimiz ve gözlemlediğimiz şer kadar varlığı takdir edebiliyoruz ve onu korumak için gerekli tedbirleri alabiliyoruz. Çok farklı hastalıkları bizzat gözlemlemiş bir doktorun sağlığın kıymetini bize göre çok daha iyi takdir edebilmesi ve onu bizden çok daha bilinçli koruyabilmesi gibi. Hastalıklar üzerinden aldığı eğitimle Şafi ismine tutunan bir doktor, bizden çok üst seviyede hastalıkların yaratılmasının şer olmadığını söyleyebilir. Kesb-i şerrin yani şerrin edinilmesinin eğitime bakan kıymetini takdir etmemiş bir kimse, halk-ı şerrin yani şerrin yaratılmasının şer değil tam aksine hayır olduğunu layıkıyla anlayamaz ve söyleyemez.
O halde insan hayrı da seçse, şerri de seçse, onun için sadece seçimine mutabık gelen bir hayır yaratılır. Hayrı seçtiğinde o seviyedeki eğitimini tamamlar ve bir üst mertebenin eğitici yanlışlarını yapmaya hazır hale gelir. Şerri seçtiğinde ise, bulunduğu seviyedeki eğitimin gereği ve incelikleri hususunda kendisini ikna edecek tecrübelere kendini açar, ki o da gereklidir. Tercihlerimiz ne yönde olursa olsun, Rahman’ın bizim için sadece hayır irade ettiğini bilmeye ihtiyacımız var. İlaveten ve belki de daha önemlisi, yeri geldiğinde şerri tercih etmeye ihtiyacımız olduğunu bilmeye de ihtiyacımız var. Zira geçmişe baktığımızda “o tercihim hatalıydı” diyebiliyorsak, orada bir öğrenim var demektir. O öğrenme olmasaydı, o tercihin hatalı olduğunu bugün itiraf edemez ve bugünkü tercihlerimize de o tecrübenin ışığında yaklaşamazdık. Dolayısıyla, hikmet sahibi olmayı seviyorsak, geçmişteki hatalarımız ile barışık olabilmeli ve hatta onları sevebilmeliyiz. Yarın daha yüksek bir hikmete ulaşmak istiyorsak, bugün hata yapma riskini [14] hikmet dairesinde yeri ve zamanı geldiğinde rahatlıkla alabilmeliyiz.
Yukarıda alıntıladığım parçada ifade edilen ve Risale-i Nur çevrelerinde dillere pelesenk olmuş “herşey ya bizzat ya da neticeleri itibariyle güzeldir” prensibini hazmetmek aslında pek de kolay yutulur bir lokma değil. Bir öğretmen, dersi dinlemeye davet ettiği ve uyardığı halde, öğrencisinin halen telefonunu elinden bırakmamasındaki güzelliği görmekte çok zorlanır. Zira öğrencinin davranışı ona göre ayan beyan şerdir ve sakınılmalıdır. Kendisinin gördüğünü henüz göremeyen öğrencisine otoritesini kullanarak müdahale etmesi gerektiğini düşünür. Halbuki otorite kullanılarak öğrencinin iradesine yapılan her müdahale, o öğrenciyi o dersten ve o öğretmenden biraz daha soğutma tehlikesini beraberinde getirir. Zira dışarıdan yapılan müdahale, öğrencinin iradesinin onun kendi eğitiminde oynaması gereken rolün ruhuna aykırıdır. Öğretmenin mütevazi olması, yani gerçekleştirmek istediği eğitimi öğrencinin beynine zorla dikte edemeyeceğini bilmesi ve öğrencinin iradesine saygı göstermesi gerekir. Bunu da ancak şerrin tecrübesinin eğitime bakan değerini idrak ettikten sonra rahatlıkla yapabilir ve o öğrenciye takılıp onu zorla derse dahil etmeye çalışmak yerine, dikkatini ve enerjisini verdiği dersi o öğrenci de dahil olmak üzere tüm öğrenciler için nasıl daha ilginç, sevilir ve kıymetli hale getirebileceğine odaklayabilir.
Her ne kadar öğretmenin öğrenciye yersiz müdahalesi onun için şer ise de, kötü değildir. Zira onun da kendi eğitimi açısından öğrencilerine müdahale ede ede, eğitimin ruhuna aykırı olan müdahalelerin istenen sonucu vermediğini ve hatta ters tepebildiğini görmeye ihtiyacı var. Deneyim, yapılan yanlışlardan öğrenilenlerin toplamıdır. Ancak böyle bir öğrenmeden sonra öğretmen artık görebildiği “yersiz müdahale” şerrinden sakınabilir – eğer ki kendine çeki düzen verme gibi bir niyeti ve kararlılığı varsa.
Bunları Nursi’nin yukarıda alıntıladığım pasajına bağlarsak, kâinat okulu dediğimiz bu âleme ve içindeki herşeye eğitim amacıyla varlık verildiğinden, ondaki herşey gelişimi (tekâmülü) sonuç vermeye programlanmıştır ve güzeldir. Öğrenci ve öğretmenin hakikati güzel olan bazı şeyleri kötü ve çirkin “görmeleri” de güzeldir, zira bu görmeleri onların eğitimine hizmet eder. Onlar bazı şeylerdeki güzelliği görememeliler (onları çirkin görmeliler) ki, o şeyler onların dikkatini çeksin ve onlar üzerinden eğitimleri gerçekleşsin. [34] Demek ki çirkinlik bir şeyin kötülüğüne değil, onu görenin eğitimsizliğine işaret eder. Eğitimsizlik ise en büyük bir güzelliktir [26], çünkü okulları eğitimsiz öğrenciler işlevsel kılar. Eğitimsiz öğrenciler olmasaydı, kâinat okuluna gerek kalmayacaktı. Öğrenciler eğitimlerine devam edip ilk etapta çirkin gördükleri bir şeyin neticelerindeki güzelliği görebildikleri zaman, o şeydeki eğitimlerini tamamlamış olurlar. [35] Bu da bir sonraki çirkin görünen şeyin dersini almanın zamanının geldiğini onlara haber verir.
Buraya kadar anlattıklarımın daha ikna edici olması için, şerrin mahiyetini masaya yatırmamız gerekli.
Şer ve insan algısı
Şer yoklukla ilgili yani “ademî” bir mefhum. Çok şiddetli bir ışık kaynağı olan güneşe çıplak gözle bakamadığımız gibi, varlığın her türlü çeşidini şiddeti arttığı ölçüde algılamakta zorlanırız. Şiddetin derece derece azaltılması lazım ki, hayatımızı sürdürebilelim ve etrafımızı algılayıp anlamlandırabilelim. İşte varlıktaki şiddetin derecelendirilerek azaltılması ve canlılar tarafından algılanabilir ve insan için nazar edilebilir (anlamlandırılabilir) hale getirilmesi, ancak onun ademî olması, yani yokluğun ona “bulaşması” veya “değmesi” ile mümkün. [22] Bu mertebelendirme sayesinde biz “şu şey şu şeyden daha güzel” diyebiliyoruz. Böyle bir cümleyi ancak iki farklı güzellik mertebesini (değişik derecelerde adem bulaşmış güzelliği) algılayan ve bu ikisi arasında kıyas yapabilen bir insan kurabilir.
Bu noktada, insan algısına giren bir şey ile o şeyin insandaki algısını da birbirinden ayırmamız gerekiyor. Biz algımıza giren eşyayı aklımızla ve duygularımızla işleyebildiğimiz kadarıyla biliriz. Yoksa onların hakikatini ihata edemeyiz. Zira eşyada gözlemlenebilecek özelliklerin detayı sonsuza gider; onların varlığı da kendi cinslerinden olmayan mutlak bir varlık kaynağına işaret eder. Hal böyle iken, gözlemlediğimiz herşeyin, hissettiğimiz her duygunun, vardığımız her sonucun kaçınılmaz olarak bizim algımızın ve algılarımız üzerinde hüküm süren duygularımızın ve aklımızın ürünü olduğunu elimizden geldiğince gündemimizde tutmamız gerekir.
Eşyayı farklı güzellik mertebelerinde algılamamız, algıladığımız mertebelerin eşyanın kendisinde olduğuna delil olmaz. Algımıza şer yani yokluk, eksiklik, adem girmesiyle güzelliği algıladık ve derecelerini bildik diye, algıladığımız şeylerin, ki var olduklarını biliyoruz, kendilerinde yokluğun olduğuna hükmedemeyiz. Yokluğun varlığa bizim nazarımızda bulaştığını yani değdiğini söylemem bu yüzden. Zira yokluk ve varlık birbirine zıt kavramlar. Bunun dini literatürdeki açıklaması, şerrin vücud-u haricisinin olmadığı şeklinde. Yani şer ve yokluk hissi tamamen insanın algısında gerçekleşen bir hadise. Tecrübe ettiğimiz varlıkta aslında varlıktan başka birşey yok. [37] Mutlak yokluk diye de bilinen yokluk, adı üstünde, yok. Ya ne var? İnsanın bir şey için “yok” demesi var.
Dünkü güneşli hava bugün yok, ama sadece güneşli hava tecrübe etmiş biri için yok. Bir kimse düşünün ki, hayatında hiç ne güneşli bir hava görmüş, ne de böyle bir hava olabileceğini bir başkasından duymuş. Böyle bir kimsenin “bugün hava güneşli değil” cümlesini kurabilmesi mümkün değil. Zira güneşli havanın ne olduğunu bilmiyor ki, “o yok” diyebilsin.
Bir şeyin yokluğunu hissedebilmemiz için, önce o şeyin var olduğu bir âlemi, sonrasında da o şeyin içinde olmadığı bir âlemi gözlemlememiz gerekir. Yokluk ve şer algısı, tecrübe ettiğimiz bu iki âlem arasında yaptığımız kıyasın sonucu olarak bizde zuhur eder.
Şerrin insanın algısına soktuğu iki mühim rahatsızlık
Ademî tecrübeler vesilesiyle algımızda oluşan yokluk hissi, yani şerrin bize dokunması, düşünce dünyamızı iki önemli açıdan “rahatsız” eder. Kur’an bu iki etkiyi temsili bir yöntem kullaranarak Âdem ve Havva kıssasıyla ilgili şu ayet ile açıklıyor:
"Derken Şeytan bunlara kendilerinden örtülmüş olan çirkinliklerini açmak için ikisine de vesvese verdi, ve ‘sizi rabbiniz başka bir şey için değil, sırf melek olmayasınız yâhut ebedî olmayasınız diye size bu ağacı yasakladı’ dedi." [9]
Ayet, Şeytan’ın temsil ettiği şer kabiliyetinin insana kendisiyle ilgili rahatsızlıklarını açtığını söylüyor. Devam eden ayetlerde Âdem’in ve Havva’nın yani insan prototipinin Şeytan’ın teklifini kabul etmelerini hesaba katarsak, onun açıklamasını makul bulmuş olmalılar. Hem melek olmamalarından ve hem de ebedî olmamalarından ötürü rahatsız oldukları ve bu iki konuyu önemsedikleri sonucunu çıkarabiliriz. Neden melek (gibi) değilim ve neden ebedî değilim soruları Âdem'i ve eşini meşgul etmiş olmalı. Yoksa neden Şeytan onlara bu iki konu ile yaklaşsın ve onları tongaya düşürebilsin? Dikkat edilirse, Şeytan ağacın yasaklanmasını insanın kendisiyle ilgili bu iki rahatsızlığa bağlayayarak, ağaç üzerinden insana insanı tanıtıyor. Konu ağaç gibi gözükse de, aslında insanın ta kendisi.
O halde Şeytan’ın temsil ettiği şerrin insana hediye ettiği bu iki rahatsızlığa kısa bir göz atalım.
(1) Şerrin insana hediye ettiği birinci mühim rahatsızlık: Acziyet
İnsan şerri tercih edebilirken, meleklerde bu kabiliyet yok. Onlar sadece kendilerine verilen emri uyguluyorlar. Seçme kabiliyetimiz ile, tecrübe ettiğimiz varlığı artırıcı ve azaltıcı pek çok tercihlerde bulunuyoruz. Varlığa meftun [15] kılındığımız için, melek gibi olmak, yani hep varlığa muhatap olmayı ve varlığın artmasını istiyoruz. Öte yandan tecrübe ettiğimiz varlığı azaltıcı yönde etkileyen tercihler yapmaktan da kaçamıyoruz. [16] Çoğu zaman niyetimiz tecrübe ettiğimiz varlığı artırmak olsa da, tam tersi sonuçlar veren tercihlerimiz yokluk hissimizi tetikleyebiliyor. Bu da bizi özellikle geleceğimiz hususunda çeşitli dertlere, ümitsizliklere ve hatta dehşete sevk edebiliyor. Zira istemeden de olsa olanı tahrib etmek bizim için bir hayli kolayken, yeni bir şey ortaya koymak bir hayli zaman ve emek istiyor. Şerri tercih edebilme kapasitemizin bize veriliş maksadını ve şerrin insanın eğitimi açısından olmazsa olmazlığını çözümleyemezsek, "neden melek gibi hatasız değilim" vesvesesinin bizi ucu bucağı olmayan hayali âlemlere götürmesi kaçınılmaz hale geliyor. [32] Melek kelimesinin bir anlamının da kudret olduğunu dikkate alırsak, insan meleğin tam tersine nihayetsiz bir acziyet içinde buluyor kendini bu dünyada.
(2) Şerrin insana hediye ettiği ikinci mühim rahatsızlık: Fakriyet
İkinci büyük problemimiz ise fenayı tecrübe etmemiz, yani buradaki tecrübelerimizin kendilerinin ve lezzetlerinin zamanın akışıyla birlikte azalıp kaybolması. Hem ömür hem de lezzetler geçici. Sanki fabrika ayarlarımız varlıktan aldığımız türlü lezzetlerin an be an hiçe indirilmesine programlanmış. Şu an bize lezzet veren şey, bir an sonra aynı lezzeti vermiyor veya tamamen elimizden çıkıyor (bu tür gözlemler hep iki ademî tecrübe arasında yapılan kıyas ile mümkün). Elden çıkan lezzetler ve fırsatlar toplamı olan geçmişimizin üzerimizdeki ağırlığı her sene biraz daha artar. Bu uğurda nereye elimizi atsak elimizde kalır. Hem varlığa meftunuz, hem de varlıktan aldığımız lezzetlerin hiçe gitmesi, o lezzetlere daha çok adem bulaşması karşısında çaresiziz. Hem varlığı sevmek istiyoruz, hem de sevdiğimiz her şey bize elem ve üzüntü kaynağı oluyor. Özellikle hayatımızın ilerleyen safhasında fark ediyoruz ki, tek derdimiz geleceğimizi güvene alma hususundaki acziyetimiz değilmiş. Geçmişimizi de güvene almak gibi bir derdimiz varmış. Zamanın tecrübe ettiğimiz varlığı azaltıcı ve yok edici tahakkümünden kaynaklanan varoluşsal fakirlik, şerrin bize hediye ettiği ikinci rahatsızlığımız.
Şerrin sebep olduğu rahatsızlıkların tedavisi ile insanın dönüşümü
Nursi insanın acziyetinin onu bir dayanak noktası (nokta-i istinâd) arayışına, fakriyetinin ise bir medet yani yardım noktası (nokta-i istimdât) bulmaya yönelttiğini anlatır. Hiç çekinmeden kendi özel hayatından örnekler vererek içine düştüğü karanlıklı acz ve fakr hallerini uzun uzadıya açıklar. Kur’an’ın nuru o karanlık düşünce âlemlerinde parlar. Allah’ın varlığı onun acziyetine en sağlam bir dayanak noktası, ahiretin varlığı da onun fakriyetine en sevinçli bir teselli kaynağı olur. Diğer bir deyişle, Allah’a iman dermanını acz derdinin içinden, ahirete iman dermanını da fakr derdinin içinden çıkarır. Şerrin tecrübesinden, eşyaya kendi adına bakmaktan, kendini acınacak, divane, her şeyi ziyan etmiş bir halde [23] bulmaktan kaçınmaz. [17] Bilakis bu iki rahatsızlığını deşerek ve derinleştirerek, şerrin hakikatini, fonksiyonunu, anlamını ve kıymetini gözler önüne serer. Şerri yani varlıktaki azalmayı nazara getirmeden ve acz ve fakr rahatsızlıklarının şuuruna varmadan, imanın bu iki kutbunun insanda tahakkuk etmesinin mümkün olmadığını gören gözlere gösterir.
Allah’a ve ahirete imanın şerrin tecrübesiyle açılan acz ve fakr yaralarını iyileştirmesi, iman yolculuğumuzda mesafe katetmemizi sağlar, yani burada olan biteni çözümleme kabiliyetimizi geliştirir. Belli bir seviyedeki manevi hastalığımız iyileşince, daha üst seviyedeki hastalıklardan haberdar olur ve onlarla baş etmeyi öğreniriz. Anti-kırılgan [18] bir yapımız olduğundan, şerrin açtığı acz ve fakr rahatsızlıklarımız düşünce dünyamızı bir “maden” gibi besler.
Şerrin tecrübesi mutlak hayırdır
Buraya kadar anlattıklarımı güneş-ışık-toprak temsili çerçevesinde toparlamaya çalışayım. Toprak, ki İngilizce'de ona dirt yani pislik deniyor, o haliyle basit, değersiz, pek de sevilmeye değer bir şey değilmiş gibi geliyor bize ilk bakışta. Öte yandan toprakta büyük potansiyeller olduğunu da biliyoruz. Güneşin ışığı ve ısısı (nuru ve nârı) atmosferden süzülerek ona isabet edince, ışıkta saklı olan sayısız renk, topraktaki kimyasal reaksiyonlar neticesinde büyüyen rengarenk çiçeklerde zuhur ediyor. Güneşin gizli özelliklerini topraktan çıkan çiçekler ortaya koyarak güneşe bir ayna görevi görüyor ve güneşi tanıtıyorlar. Yazının sonundaki tabloda bu temsilin öğelerini ve her öğenin neye karşılık geldiğini listeledim. Devam etmeden önce o tabloya bir göz atmanızı öneririm.
Kur’an insanın topraktan, sıvı bir balçıktan yaratıldığını söyler. [19] Verdiğim temsilde balçık halindeki toprak ve onun kalbindeki tohum eğitime namzet ve fakat henüz eğitimine başlamamış cahil öğrenciye tekabül ediyor. Diğer tüm canlıların aksine, dünyaya cahil ve eğitime muhtaç halde geliyoruz. [4], [3] İlk bakışta cehaleti yani bilmenin yokluğunu (ademini) sevmiyoruz, ondan hoşlanmıyoruz ve onu kötü biliyoruz – acziyeti, fakriyeti ve bu ikisini hissettiren ademî tecrübeleri sevmediğimiz gibi. Halbuki cahil, aciz ve fakir insan toprağında kâinatın Sahibinin tüm mutlak özelliklerini tanıma ve tanıtma potansiyeli var. Zira güneş ışığı kendisinde saklı renkleri gösteremezken [24], toprak ve ona ekilen tohum, ısı (enerji) ve kimyasal reaksiyonlar yardımıyla çiçek olup ışıktaki güneşe ait nice gizli renkleri açığa çıkarabiliyor. Her bir çiçek sadece bir rengi yansıtıp diğerlerini yutuyor. Çok hoşumuza giden rengarenk çiçek bahçesi, her biri sayısız renk yutan ademî çiçekler topluluğundan meydana geliyor. Benzer şekilde, biz de hayatımızda ademî tecrübeler ile belli başlı birkaç kabiliyetimizi geliştirebiliyoruz. Geliştiremediğimiz bir sürü potansiyel özelliğimiz atıl kalıp atrofiye uğruyor. [25], [30], [29] Sanatkarımızın bir kaç ismini bize özel bir kombinasyonda ve nemalandırdığımız kabiliyetler “yaprağında” yansıtıyoruz. Sair isimler nihayetsiz kombinasyonlarda diğer öğrencilerde yansıyor.
Kâinatın Sanatkârının özelliklerini tanıma ve tanıtma potansiyelimizin kıymetini bilip değerlenmedirmediğimizde, pişmanlık hissi mutlaka bizi ziyaret ediyor:
"O gün kişi önden gönderdiklerine (geçmişinde yaptıklarına bakar) ve kâfir 'keşke toprak (cahilliğinin kıymetini bilen öğrenci) olabilseydim' der." 78:40
“Kâfir”den kasıt, cahil ve kusurlu olmayı ve yanlış yapmayı kendine yakıştıramayan, bunları hep başkalarında gören ve çiçek olamayan kişi. Başkalarının hatalarına dikkat ede ede, kendi hatalarımızı göremez hale geliyoruz ve böylelikle eğitimimiz sekteye uğruyor. Geçmişimize baktığımızda, eğitimimizin durağanlaştığı bu dönemler için "keşke o zaman gereği gibi öğrenciliğimi bilseydim, toprak olabilseydim" diyoruz. Toprak olamayışımızın ve taşlaşmamızın en önemli sebeplerinden biri, ateşin yani şerrin tecrübesinin hikmetini ve kıymetini bilmemek. Ateşi zararlı görenler ve ateşten zarar görenler taşlaşıyor ve renkli çiçekler onlardan çıkmıyor – ta ki hatalarını anlayıp eğitime girinceye kadar. Ancak vahyin terbiyesi ile ateşin (şerrin) hikmeti anlaşıldıktan sonra ateş toprağa (öğrenciye) serin ve bereketli oluyor. [5], [36]
Özetlersek, varlık güneş sistemi ile temsil edilirse, şer o sistemin güneşinin ateşi olur. Varlık uçak gemisi ile temsil edilirse, şer o geminin nükleer reaktörü olur. Varlık mutfak ile temsil edilirse, şer o mutfağın (hâşâ ve kellâ) çöp tenekesi değil, yemek üretiminde kritik rol oynayan ocağı ve fırını olur. [31] Ateşten, radyasyondan ve hata yapmaktan ancak onları nasıl kullanacağını bilmeyenlere zarar dokunur ve öğrenmeye ihtiyac hissetmeyenler kaçar. Vahyin terbiyesi ile şerrin gerekliliğini anlayan ve kıymetini takdir edenler ise, imanlarını (eğitimlerini) ateşin içinden çıkarır. [2] Zira bilirler ki, Cehennem tamamen eğitim amacıyla yaratılmıştır ve ona uğramayan kimse yoktur. [6], [38]
Şer, eşyayı algılamamızda, gözlemlediğimiz eşya arasında kıyas yapabilmemizde, kâinatın varlık kaynağının mutlak özelliklerini tanımamızda, bekayı hem bulmamızda hem de kıymetini takdir etmemizde önemli rol oynar. İnsanı insan yapar ve tüm varlıkların üzerinde onu kâinat okulunun öğrencisi makamına yükseltir. Şerrin tecrübesi her açıdan insan için mutlak hayırdır.
Dua bizden, tevfik Rabbun Rahim’den.
Temsilî öğe | Öğenin karşılığı |
Güneş | Kâinata varlık veren Sanatkâr |
Güneşin dünyaya gelen ışığı ve ısısı | Sanatkârın “Ol!” emrini içinde bulunduğumuz âleme çeviren melekler |
Meleklerin getirdiği varlığı Şeytan ve kabilesinin mertebelendirerek bilinebilir kılması | |
Toprak (sıvı balçık) ve tohum | Varlığa meftun, hayra ve şerre duçar, eğitimsiz, aciz ve fakir insan ve ondaki potansiyel kabiliyetler |
Toprağın ısınması | Kâinatın Sahibinin insan üzerindeki tasarrufu ve insanın hayrı ve şerri tecrübe etmesi |
Toprakta gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar ile çiçeğin büyümesi | Şerrin tetiklemesinin akabinde ve vahyin rehberliğinde bilmenin imana (emniyete) dönüşümü |
Rengarenk çiçek | Kâinatın özü, meyvesi, medâr-ı iftiharı, usta öğrencisi: insan-ı kâmil |
- [1] “Dinde (eğitimde) zorlama yoktur.” 2:256
- [2] “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.” Nursi, Said. Asay-i Musa, Ek Bolumler, s. 334.
- [3] “İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor.” Nursi, Said. Sözler, 23. Söz, s. 423.
- [4] “Şüphesiz o (insan) nihayetsiz bir cehalet karanlığı içindedir.” 33:72 Bu ayet, genel kanının aksine, nihayetsiz cehalet karanlığı içine konan insanın kendisine verilen tüm İlahi isimleri tanıma eğitimine neden ehil olduğunu açıklar. Zira eğitime en layık olan, en cahil ve eğitim ile dönüşme kabiliyeti en yüksek olan öğrencidir.
- [5] “(Biz de:) ‘Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selam ol’ dedik.” 21:69
- [6] "Sizden ona (Cehenneme) uğramayan yoktur. Bu, Rabbinin üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür." 19:71
- [7] Köşeli parantez içindeki kısmı ben ekledim.
- [8] Nursi, Said. Sözler, 18. Söz, s. 314.
- [9] Bkz. 7:20.
- [10] “Onlardan ‘beni rahat bırak; bu fitneyi (problemi) bana verme’ diyen var. Asıl şimdi onlar fitnenin tam ortasına düştüler.” 9:49
- [11] “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.” Nursi, Said. Lem’alar, 2. Lem’a, s. 36.
- [12] “Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe, Allah onların genel durumunu değiştirmez.” 13:11
- [13] “Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâp edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.” Nursi, Said. Mesnevi-i Nuriye, Habbe, s. 156.
- [14] Bazı istisnai durumlar hariç, kimse bilerek hata yapmaz, tecrübe ettiği varlığı azaltıcı (şer) bir tercihte bulunmaz. Sonuçlarından emin olmadığımız tercihlerimizi bir “risk hesabı”na göre yaparız. (“Onlar hidayet üzere tercihler yaptıklarını hesap ederler.” 43:37). Sonuçları tecrübe ettikten sonra, o kararların doğru veya yanlış olduğuna bilahare hükmederiz.
- [15] Meftun kelimesinin “fitneye uğramış” anlamını ve fitnenin de insana kişisel ve sosyal hayatında eğitim amacıyla tecrübe ettirildiğini düşünürsek, "varlığa meftun olma"yı, varlığın Sahibini tanımakla görevli insanın eğitimi için, varlığın kişiye dayanılmaz derecede çekici kılınması olarak düşünebiliriz.
- [16] “En kötü karar, kararsızlıktan iyidir” dedikleri gibi, tercih yapmamak veya ertelemek çoğunlukla azaltıcı bir tercihtir.
- [17] “Kaçmayın!” 21:13
- [18] Bkz. Taleb, Nassim Nicholas. “Antifragile: Things that gain from disorder.” Vol. 3. Random House Trade Paperbacks, 2014. Anti-kırılgan kavramı ile şerrin kıymeti arasındaki ilişki hakkında şu kısa yazıya bakılabilir.
- [19] Bkz. 20:55, 22:5, 30:20.
- [20] Bkz. 2:216.
- [21] “Sen onların (öğrencilerin) üzerinde bir zorba değilsin.” 88:22
- [22] Kur’an’da şerrin insana değmesine çeşitli ayetlerde değinilir. Mesela, 21:83’de Eyyub (asm) "ben zarar ettim" yerine, "bana zarar değdi" diyerek, tecrübe ettiği zararda algısının ve nazarının rolünü teslim eder; yoksa hakiki anlamda zarar ettiğini söylemez. Benzer şekilde, "gaybı bilseydim bana çirkinlik / kötülük dokunmazdı" ayeti (7:188), insana şerrin gaybı bilmemesinden ötürü dokunduğunu, gayba iman etmekle görevli öğrenciye şerrin dokunmasının gerekliliğini anlatır.
- [23] Net örnekler için Lem’alar kitabındaki İhtiyarlar Risalesi olarak bilinen 26. Lem’a’ya bakılabilir.
- [24] “Ben sizin neyi gösterdiğinizi ve neyi sakladığınızı bilirim.” 2:33.
- [25] “Andolsun, cin ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık.” 7:179
- [26] “O ki, yarattığı herşeyi güzel kıldı.” 32:7
- [27] “O (Şeytan) ve kabilesi, sizi sizin onları göremeyeceğiniz bir noktadan görürler.” 7:27
- [28] Güneş en tepedeyken, ışığı yerdeki gözlemci için en az atmosfer kalınlığı tarafından süzülür ve gözlemci direkt olarak güneşe bakamaz. Güneş batarken ise, güneşin ışığı gözlemciye gelene kadar atmosferde daha çok mesafe kat etmesi gerektiğinden, gözlemci güneşe çok rahatlıkla bakabilir ve hatta en çok da güneşin o halini sever. Yani güneş ışığına daha çok adem (şer) bulaşması, güneşi ona bakanın nazarında güzelleştirir.
- [29] “Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu"? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.” Nursi, Said. Mektubat, 12. Mektup, s. 74.
- [30] “Nasıl ki, bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse, ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette, bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir.” Lem’alar, 13. Lem’a, s. 134.
- [31] “Takva sahiplerine (ciddi ve disiplinli öğrencilere) Şeytan’dan bir tavaf edici dokunduğunda, hemen hatırlar ve (hakikati) görmeye başlarlar.” 7:201 => Demek ki Şeytan’ın dokunmasından önce hakikati görmüyorlardı ve görebilmek için o dokunmaya ihtiyaçları vardı.
- [32] Şer yani varlığı azaltıcı tercihler yapmak kötü bilinince, kötü tercihlerden kaçma meyli tercih kabiliyetinin gerekliliğini anla(yama)ma kontekstinde de kendini gösterir. Mesela, cüzî iradenin “Taş da olabilirdik. Ne güzel bize tercih yapma kabiliyeti verilmiş. Şükretmemiz gerekir.” şeklinde savunulması, derdimize derman olmaz. Zira kendimizi taşla değil, melek gibi insanlarla ve hayalimizdeki melek gibi hep iyiyi ve doğruyu yapan versiyonumuzla kıyaslarız. Bu tür kestirme çözümler derdin tecrübesine kısa devre yaptırır, dertten kaçmakla eşdeğerdir ve dertten kaçan da dermanından olur. İnsan melekleri aşan potansiyelinin farkına varıp onu takdir etmedikçe, kendisindeki seçme kabiliyeti ile hakiki anlamda barışık olamaz. O takdir de ancak dert karanlığının dermanın getirdiği nur ile aydınlanması, yani bu iki durum arasında yapılacak kıyas ile mümkündür. Karanlık ne kadar derinse, ışık o kadar aydınlatır. Dolayısıyla, derdimizin üstünü örtmek yerine onunla yüzleşmemiz ve onu derinleştirmemiz gerekir ki, acziyetimizi derinlemesine hissedebilelim.
- [33] Bazı düşünürler kötü ve kötülük mefhumlarını birbirinden ayırarak meseleyi çözmeye çalışmışlar. Basit haliyle demişler ki, “kötü, kişiden kişiye değişir ve kötüdür; fakat bu, kötülüğün kötü olduğunu göstermez.” İyi de, peki ya ne olduğunu gösterir? Lekeli kötü kelimesini içinde barındıran kötülük mefhumunu kim nasıl temize çıkarabilir? Bu yazıda şer meselesine çok daha temelli bir yaklaşım getirme çabasındayım. Şer ile kötü ve türevlerinin arası ayrılmadıkça da, bu konuda kayda değer bir ilerleme kaydedilebileceğine inanmıyorum.
- [34] Her çirkin şey bizi hemen eğitiverecek değil. Çirkindeki eğitimi almak ve güzelliği görmek dikkat, emek ve zaman ister. Bunların hepsi bizde kısıtlı miktarda olduğundan, tecrübe ettiğimiz çirkinliklerin pek azını eğitimimizde değerlendirebiliriz. Bu kemiyeten (sayıca) azlık, çirkinliğin eğitime bakan kıymetine halel getirmez. Zira az da olsa alınan eğitimin sonuçları hem azametli ve hem de baki olduğundan, aslolan keyfiyettir.
- [35] “‘Herşey zıddıyla bilinir.’ Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa âfiyet zevksizdir. Maraz olmazsa sıhhat lezzetsizdir.” Nursi, Said. Lem’alar, 25. Lem’a, s. 335.
- [36] “[Musa hissettiği ateşe vardığında,] ona şöyle nida olundu: ‘Ateşin içindeki kimse ve çevresindeki herkes bereketlendirilmiştir.’” 27:8
- [37] “Yaratılışı dilediği gibi artırır.” 35:1
- [38] Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır.” 11. Şua