Şemse ve Kamere Secde Etmeyin

وَمِنْ اٰيَاتِهِ الَّيْلُ وَالنَّهَارُ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُۜ لَا تَسْجُدُوا لِلشَّمْسِ وَلَا لِلْقَمَرِ وَاسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَهُنَّ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ

“Güneş ve ay, gece ve gündüz, O’nun ayetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin; onları yaratan Allah’a secde edin – eğer yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız.” 41:37

Güneşe ve aya secde ediyor muyuz? Literal anlamda etmediğimiz bariz. O halde burada bize verilen emir ne olabilir? Zira vahyin bizi hiç yapmadığımız bir hata hakkında uyarması abes olur.

Dört adet ayet nazara veriliyor ve bunların ikisine secde etmeyin deniyor. Demek ki problem gece ve gündüz ayetlerinden ziyade, güneş ve ay ayetlerinde. Bunun bir sebebi şu olabilir: gece ve gündüzün varlığı güneşe bakıyor. Güneş ışığı dünyaya geldiğinde gündüz oluyor, gaybımıza düştüğü zaman da gece geliyor. Gecenin karanlığında yakın semada kendini gösteren ay bu sefer dikkatimizi çekiyor. “Ona secde etme!” uyarısının yöneltildiği iki ayetin ikisi de semada. Bu uyarının yönetilmediği ayetler ise arzda. Semadaki hareketlilik ve onların azrdaki iz düşümleri nazarımızda farklı algıları ve halleri husule getirerek onları farklı ayetler kılıyor.

İnsanlık ilk çağlardan beri semada olanı yüceltmiş, arzda olanı ise nisbeten aşağı görmüş. Kahinler ve astrologlar semaya bakıp astral alemden haber kapmaya çalışmışlar. Klasik çağlarda astronomi en stratejik bilim dalıymış. Ancak iddialı devletler rasathane açarmış. Büyük yıkıma sebep olan Moğollar bile astronomi alimlerine dokunmamış ve onları kendi bünyesinde istihdam etmiş.

Semanın çekiciliğinin ve gök cisimlerinin yüceltilmesinin tarihteki bir yansımasını İbrahim’in (asm) onlar üzerinden aldığı eğitimde görebiliriz:

فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ الَّيْلُ رَاٰ كَوْكَبًاۚ قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ

“Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız gördü ve ‘Bu benim rabbimdir’ dedi. Fakat (yıldız) kayboluverince: ‘Ben kaybolup gidenleri sevmem’ dedi.” 6:76

فَلَمَّا رَاَ الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِن۪ي رَبّ۪ي لَاَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّٓالّ۪ينَ

“Ardından ayı, doğar görünce ‘Bu benim rabbim’ dedi. Fakat o da kaybolunca ‘Andolsun, eğer Rabbim bana hidayet etmezse (yol göstermezse), gerçekten yolunu kaybedenlerden olurum’ dedi.” 6:77

فَلَمَّا رَاَ الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هٰذَا رَبّ۪ي هٰذَٓا اَكْبَرُۚ فَلَمَّٓا اَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ

“Sonra güneşi doğar görünce ‘İşte benim rabbim bu, çünkü bu en büyükleri’ dedi. O da kayboluverince, kavmine dedi: ‘Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.’” 6:78

Burada ilk dikkatimi çeken husus, azamet sahibi (veya olmaya aday) bir peygamberin yıldıza, aya ve güneşe cüretkar bir şekilde “Bu benim rabbim” diyebilmesi. Bu, hakikat arayışında risk almaktan korkmadığını bize gösteriyor. [1]

Yıldızın, ayın ve güneşin birer birer batması (gaybına düşmesi) üzerine İbrahim “bunlar benim rabbim olamaz” diyor ve kavmi ile yollarını ayırıyor. Kavmi rablerini semada aradığından veya semaya atfettiğinden ötürü önce onlar gibi yapmayı denemiş ve sonra “sizin yaptığınızdan beriyim” demiş olmalı.

Biz de İbrahim gibi içinde yetiştiğimiz toplumun anlam-değer dünyasını miras alıyoruz. Bu mirasın sorguladığımız yönleri olduğu gibi, sorgulamadan kabul ettiğimiz yönleri de var. Günümüz toplumları gökteki ilahlara tapınıp kurban kesmeseler de, geçmişin alışkanlıkları ve düşünce kalıpları benzer formlarda devam ediyor. Göklerden alınan Rabb makamı kısa sürede başka semavi (manevi) kutsallara verildi. Mesela:

“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir.”

Bu alıntı ile bilime gerek yok demiyorum elbet. Fakat bilimin gerekli ve hatta olmazsa olmazlığı başka, tek ve hakiki mürşidin bilim olması bambaşka. Bu ikisi karıştığı anda kendimizi Scientism denen bilim tapıcılığı içinde bulmamız an meselesi.

Nasıl ki İbrahim “yol aydınlatanlar içinde en büyük ve en aydınlık gök cismi güneş olduğuna göre, benim rabbim güneş olmalı” dedi, içinde bulunduğumuz medeniyet de en büyük ve parlak yol göstericinin bilim olduğunu kabul etmiş. Biz de ister istemez toplumumuzun bu kabulü ile yola çıktık ve gittiğimiz okullarda bir miktar bilim tahsil ettik. Fenlerin önemini anladık. Önümüzdeki soru işareti, onları ayet olarak mı bilip kullanacağız, yoksa onları hakiki mürşid görüp, fenlerin bizzat kendisini maksat edinerek onlara bir nevi secde mi edeceğiz? 41:37’nin irşadına göre, bizi cezbeye getiren bir şey ile ilişkimiz ona secde etme (onu mürşid bilme) veya onu ayet yani işaret bilme şeklinde de olabilir—aynen yolunu şaşırmak istemeyen bir yolcunun yolda karşılaştığı işaretlerdeki manaya dikkat etmesi gibi. Eğer Kimya gibi bir bilimin kendisi mürşid ise, öğrendiğim Kimya bilgisi ile neyi hedeflemem gerektiğini, karşılaştığım kimyevi bulguların nihai anlamlarının ne olduğunu, vs. hep bana Kimya bilimi gösterecek demektir.

Bu hususta şu parça akla geliyor:

“Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. ‘Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar’ dediler.

Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.”

Buradaki enteresan nokta, “okulu bırakın, dağda çiçek böcek seyredin” veya “fen derslerine girmeyin, kitaplardan okuyup kendiniz yorumlayın” dememiş. Zira eğitimsiz bir gözün böceğe bakmasıyla ihtisas sahibi bir uzmanın bakması bir olmaz. İlaveten, fen öğretmenleri gibi fen kitapları da Allah’tan bahsetmiyor. Demek ki, o öğrencilerin okula dönmelerini ve muallimler ve kitaplar fenleri anlatırken fenlerin hakikatte ne dediğini öğrencilerin çözümlemeleri gerektiğini salık vermiş olmalı.

İlaveten, “her bir fen Hâlıkını tanıttırıyor” diyerek fenlerin ayet olduğunu, mürşid olmadığını söylüyor. Zira her ayet bir ayna gibi kendisini var edene işaret eder ve tanıtır. Fenleri Allah’tan bahsetmeden anlatan muallimler, fenleri edinilmesi gereken nihai maksat (güneş) yerine koyup onlara bir nevi secde edilmesi gerektiğini salık vermiş oluyorlar. Fenler kendilerini var edene ayna olmayınca, kaçınılmaz olarak eşyada gözlemlenen kemalat ve hamd onlara gidiyor ve onlara secde ediliyor. Bu secdeden muallimler de paylarını alıyor, zira fen güneşinin ziyasını ilk elden onlar alıyor ve kendileri aydınlandığı gibi, onlar da ay gibi cehalet karanlığındaki öğrencilerini aydınlatıyorlar. Fen öğrencisinin ise hem fen güneşinin ziyasının hem de fen ayının nurunun varlık kaynağının perde arkasındaki Şems-i Ezeli olduğunu görmesi gerekiyor. Bu da fen dersine girmeden ve İbrahimvari deneme yanılmaları göze almadan olmuyor.

Bu konuyla ilgili şu ayet de nazara verilebilir:

اِتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهًا وَاحِدًاۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

“Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i kendilerine rab edindiler. Oysa tek bir ilah olan Allah’a kulluk etmekten başka birşey ile emrolunmamışlardı. O, onların ortak koştuklarından yücedir.” 9:31

Ruhban sınıfının rab edinilmesi, Hz. İsa’nın rab edinilmesinin kaçınılmaz sonucu. Ayetler konuşmayı bırakıp kemalatın adresi olarak görülen rab arza bir kere inince, ona ulaşmaya vesile olanlara da rububiyet kaçınılmaz olarak bulaşıyor ve insanların övgüleri, teveccühleri ve secdeleri onlara da gidiyor. Alemdeki maddi veya manevi güneş bir kez rab bilinince, onun ışığını yansıtan her bir ayna da rablıktan payını alıyor. Bu durum tüm arzi kutsallar için geçerli.

Biz dindarlar da kendimizce önemli gördüğümüz Kur’an veya Kabe gibi ayetleri kutsallaştırma tehlikesi ile karşı karşıyayız. Kabe’ye doğru secde etmek ile Kabe’nin kendisine secde etmek aynı şey olmadığı gibi, Kur’an’ı hayatımızda bize yol gösteren bir harita gibi kullanmak ile onu ve belli bazı tefsirlerini tartışmasız doğru hakikatler olarak bilmek (kutsamak) de aynı şey değil. Hiçbir Kur’an yorumu ve yaklaşımı nihai değil. Şartlar ve insanlar değiştikçe, eskiyen yorumlar ve kendilerini yenileyemeyen öğretmenler rafa kaldırılır, yenilerine yol açılır. Direnenlerin hakkaniyetsizliği tebarüz ettiği noktada, onlarla mücadele edilir. Rabb-ul Alemin kainat okulunun has öğrencisi ve tüm kainatın yaratılmasının maksadı olan insanın eğitiminin kurda kuşa yem edilmesini ve sekteye uğratılmasını hiçbir şekilde mazur görmüyor.

Velhasıl, güneşe ve aya secde etmek herkesin ve her zamanın problemi. Bugün seküler bilim ve onun ruhban sınıfı gitse, onların yerine insanların secde edeceği bir başka güneş ve ay mutlaka getirilir. İlmin ve kutsalın istibdadı bir merkezden alınsa, bir başka merkezde mutlaka ortaya çıkar. Yeryüzünde insan olduğu sürece, onu eğitecek malzeme ve ihtiyacı olan rehberlik mutlaka gönderilir.

Gönderilir gönderilmesine de, biz gönderilen eğitim malzemelerinden ve eğitmenlerden ne kadar istifade ettik? Zira en başta alıntıladığım 41:37’nin uyarısı bize pek hitab etmiyor gibi. “Elbette ki güneşe ve aya secde edilmez ve bu zaten benim yaptığım bir şey değil” diyerek geve çiştiriyoruz bu gibi ayetleri. Halbuki ayet “onlara secde etmeyin” emri ile, aynen İbrahim’in (asm) yaptığı gibi, “secde etmemeniz gerektiğini bizzat ve kendi nefsinizde ve hayatınızda test ederek anlayın” demek istiyor olmalı. Bu da ancak nazarımıza giren yeni güneş ve aylara secde edince ne oluyor, onları ayet bilince ne oluyor diye tecrübe edip, ikisi arasında kıyas yapmakla gerçekleşir. Değilse, insanın hali hazırda bildiğini kendine yeterli görmesi ve kendini hayatı boyunca tekrar etmesi çok kolay.


  1. [1] Bu tavrını peygamberlik döneminin ilerleyen safhalarında göstermiş: “Hani İbrahim: ‘Ey Rabbim! Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster!’ demişti. (Allah da:) ‘Ne o, yoksa inanmıyor musun?’ diye sormuştu.” 2:178 Alemlerin Rabbinin bu sorusuna hedef olmayı göze almak bir hayli cesaret ister.