Müzakere-Münakaşa ve Fırkalaşma

Müzakere, farklı fikirlerin tartışılması demek. Mesela ilmi bir müzakerede taraflar adıkları farklı pozisyonları birbirlerinin nazarına vererek kendi pozisyonlarının neden daha hakikatli olduğunu savunabilirler. Müzakereler en azından amaç itibariyle yapıcı iken, münakaşalar genellikle yıkıcı bir hal almaya meyleder. İki kişi müzakere etmeyi bırakıp münakaşa etmeye başladığında rahatsız olur ve elimizden geliyorsa tarafları sakinleştirmeye ve aralarını bulmaya çalışırız.

Müzakere ve münakaşayı her zaman birbirinden kolayca ayırt edemeyebiliriz. Sırf tartışanlar seslerini yükselttiler diye karşımızdaki hadiseye münakaşa dersek, konuya fazlasıyla basit yaklaştık demektir. Belki de tartışanlar konuya kendilerini kaptırdıklarından ve heyecanlandıklarından ötürü o şekilde davranıyorlar. Belki de bir tartışmanın müzakere mi yoksa münakaşa mı olduğundan daha önemli meseleler de var.

Biz bir tartışmaya ister müzakere ister münakaşa diyelim, eğer ki fırkalaşmayı netice veriyorsa, sonucu itibariyle zararlı olduğuna hükmedebiliriz. Fırkalaşmak kendi içimize veya kendimiz gibi düşünenlerin arasına çekilip, kendimizi farklı fikirlere kapatmak demek. [2] Bu durumu, yani her fırkanın kendindekini hakikatin ta kendisi bilip onunla ferahlamasını Kur’an her fırsatta eleştiriyor (mesela 30:32). Fırkalaşma fırkalar arasındaki köprüleri yıkmayı de beraberinde getirdiğinden, aralarında ne müzakere ne de münakaşa olmuyor ve birbirlerinden herhangi birşey öğrenemiyorlar. Fırkalaşmak birbirimizden birşey öğrenememize sebep olduğu için zararlı.

Fikir ayrılıklarımız olmasaydı, birbirimizle ne müzakere ve ne de münakaşa etmezdik. Birbirimizi karşımıza alıp iletişim kurmak maksadıyla enerji harcamamız karşımızdaki kişiye ve onun görüşlerine kıymet verdiğimiz gösterir. Farklı fikirler zihnimizi zinde tutar. Kendimizi yenilemek istiyorsak, yeni fikirlere ve farklı fikirlerin iç içe girmesine (telahuk-u efkar) ve hatta bu fikirlerin birbiriyle çarpışmasına açık olabilmeliyiz.

Aşağıdaki parçada telahuk-u efkarın önemi gayet net ifade edilmiş:

"Âlemde meylü'l-istikmal vardır. Onunla hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir. İnsan ise, âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meylü'l-istikmalden bir meylü't-terakki mevcuttur. Bu meyil ise telâhuk-u efkârdan istimdat ile neşvünema bulur. Telâhuk-u efkâr ise, tekemmül-ü mebâdiyle inbisat eder."

Telahuk-u efkar ile ilgili kelimeleri listeleyelim: istikmal, tekamül, terakki, neşvünema, tekemmül ve inbisat. Bir mefhumun önemi ve olmazsa olmazlığı ancak bu kadar vurgulanabilirdi...

Bu ve benzeri parçaları okuduğumuzda, farklı fikirler tabii ki olsun diyoruz, fakat konu farklı fikirlere tahammül etmeye gelince, işin rengi bir anda değişiyor. “Aman zarar göreceğim” refleksinden tutun, “her fikir her yerde söylenmez” veya “münakaşaya ne gerek var” itirazları benliğimizi sarıyor. Tekamülümüz için farklı fikirlerin iç içe girmesi gerektiğini hemen unutuyoruz. Bugün genel geçer kabul gören hangi bilimsel teori kavgasız gürültüsüz insanlığın gündemine geldi? Müzakereye ve münakaşaya kategorik olarak karşı çıkanlar neyin karşısında durduklarının farkında değiller.

Başkalarıyla ilişkilerimiz her zaman süt liman olsun, hayatımızda kavga gürültü hiç olmasın istiyoruz. Elbette barış yerine savaşı tercih etmeyiz, fakat gerektiğinde savaşmaktan geri durmayız ve durmamalıyız. İngilizce’deki şu veciz söz ne demek istediğimi güzel ifade ediyor: “A ship in a harbour is safe, but that is not what ships are built for.” Yani gemiye benzetebileceğimiz varlık anlayışımızı bizden farklı düşünenlerle tartışarak test etmez de sadece bizim gibi düşünenlerle hasbıhal edersek, kabuğumuza çekilmiş ve güvenli limanımızdan dışarıya çıkmamış oluruz. Özellikle ilerleyen yaşlarda bedenimizi zorlayan egzersizlere ihtiyacımız olduğu gibi, zihnimizi zorlayan fikir egzersizlerine de sürekli ihtiyacımız var. Bu da ancak fikirlerini hararetle savunanların müzakeresi ile olur. Elbette müzakere adabına riayet etmek gerekli. Fakat birisi benim düşüncemin altını oysa ve onu maskaraya çevirse, ilk yapmam gereken düşüncemi ciddi bir eleştiriye tabi tutmak olmalı. Bunun yerine aklıma gelen delilleri tutarlılığını düşünmeden karşı tarafa fırlatırsam, müzakereyi sağlıksız bir münakaşaya çevirmiş olurum. Ya da bu kişiye sırtımı çevirirsem ve görüşmeyi veya yazışmayı bıraksam, fırkalaşmanın önünü açar, kendim en başta olmak üzere o kişiyle aramdaki fikir alışverişinden direk veya dolaylı faydalanabilecek herkese haksızlık etmiş olurum. Buradaki önemli husus, kendi görüşünü savunmakta herhangi bir problem yok. Esas problem, tartışmaya kendi görüşünün eksikliklerini yakalamak maksadıyla girmemekte.

Benim görebildiğim kadarıyla, özellikle bazı dindar çevrelerde müzakere ve münakaşaya karşı ciddi bir alerji var. Ben bunu kesinlikle sağlıklı bulmuyorum. Birbirimize karşı tahammülsüzlüğümüzü artırdığını ve fırkalaşmaya sebep olduğunu düşünüyorum.

Mesela aşağıdaki parça bir hayli meşhur olmuş vaziyette:

"Aziz kardeşlerim,

O gece benden sual ettiniz; ben cevabını vermedim. Çünkü, mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz. Şimdilik, münakaşanızın esası olan üç sualinize gayet muhtasar bir cevap yazıyorum."

Birincisi, müzakere değil münakaşa demiş. Aman münakaşa etmeyelim diye müzakerenin önünü tıkarsanız, İngilizce’de “throwing the baby with the bathwater” dedikleri gibi, bizi düşünce dünyamızın en ziyade ihtiyacı olan egzersizden etmiş olursunuz. Kimilerinin Kur’an’a reva gördüğü literalist anlayışı benimsemekten ve sürekli duyduğumuz dini argümanları motamot tekrar etmekten başka elimizde bir seçenek kalmaz. Hem taklidi benimseyemeyen kabiliyetli gençleri kaybederiz, hem de eleştirdiğimiz dogmaların bir benzerini kucağımıza alır, kendi kültümüzün içinde kendimizi avutur, diğer herkese zavallı gözüyle bakarız. Zavallı konumunda asıl kendimiz olduğunu farketmeyiz.

İkincisi, birileri münakaşa tarzında sual etti diye cevap vermiyor değil. Sadece cevabını biraz geciktirerek tarafların duygularının yatışmasını beklemiş. Konuya müdahil olması gerektiğinin farkında.

Üçüncüsü, aynı satırların yazarı bakın münakaşaya hangi şartlar altında cevaz vermiş:

"Evvelâ: Bu çeşit mesâili münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki:

Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var."

Dikkat edersek aynı cümle içinde münakaşa ile müzakere kelimelerini beraber kullanmış. Yani “listelediğim şartlar gerçekleştikten sonra, münakaşa müzakere olur ve caizdir” diyor. Maksadımız yeni birşey öğrenmek olduktan sonra, münakaşa gibi gözüken hararetli tartışmalar dahi münazara kapsamına girer. Mühim olan herkesin tartışmaya hak bir maksatla dahil olması. Kimin ne maksatla tartışmaya girdiğini de ancak kişinin kendisi ve Rabbi bilir. Değilse, herkes enaniyeti ile eğitim almaya mecbur olduğundan, “enaniyetini karıştırıyorsun, kendini haklı çıkarmak için konuşuyorsun” gibisinden sözler iç çelişkilidir ve hakikati yansıtmaktan uzaktır. Zira karşısındakini “enaniyetini karıştırıyorsun” diye suçlayan kimse bu suçlamasına kendi enaniyetini karıştırmaktan kaçamadığı gibi, “kendini haklı çıkarmak için konuşuyorsun” diyen kimse de karşıdan gelen argümana verecek cevabının kalmadığını itiraf etmekle beraber, ya halen haklı çıkmaya ve üstte kalmaya çalışmaktadır, veya insan zihninin nasıl çalıştığını bilmediğini ifşa ediyordur. Bu tür menfi tavırların kaçınılmaz olarak fırkalaşmayı netice vereceği gayet net olsa gerek.

Madem kimsenin ne maksatla bir tartışmaya dahil olduğunu bilemeyiz, müzakerenin hakkı bulmak niyetiyle yapılıp yapılmadığından nasıl emin olacağız? Yukarıdaki cevazda bu soruya cevap niteliğinde birkaç nokta var. (1) Karşı tarafın ne dediğini insafla dinlemek, yani kendini onun yerine koyup neden bu fikirle geldiğini samimiyetle anlamaya çalışmak. (2) Hakkı bulmak için, yani hakkı yitiğin bilerek [4], onu hiçbir zaman ihata edemeyeceğini ve sahiplenemeyeceğini ve de bulmak için diğer arayanların yardımına ihtiyacın olduğunu bilerek tartışmaya girmek. (3) Kendi fikriyle ilgili bir eksik gördüğünde, inatla ve eksiğine rağmen onu savunmaya devam etmemek. (4) Tartışmayı aktif veya pasif olarak izleyen diğer kimselerin duygu ve düşüncelerini mümkün olduğunca dikkate almak. Bunlara ilave olarak: (5) karşı tarafın ihtiyacını kendimizinkinin üstünde tutmak. Zira çoğunlukla karşı taraf görüşümüzü insafla değerlendirmeye hazır olup olmadığına dair bize ipuçları verir. Onların bizden yeni bir şey öğrenmeye hazır olup olmaması, bizim tartışmayı kazanmamızdan daha önemli. Asıl maksadın kazanmak değil eğitim ve asıl kazananın yeni bir şey öğrenen olduğunu hep aklımızda tutmalıyız. Eğer taraflar kendilerini tekrar etmeye başlamışsa, bu bize konuyu bir süreliğine rafa kaldırmanın zamanının geldiğini gösterir.

Elbette bir sınıftaki öğrenciler arasında insicam olsun isteriz. Gereksiz sürtüşme istemeyiz. Fakat insicamın kendisi hiçbir zaman ana maksat yapılmamalı. Eğitim ve insicamın beraber gitmesine gayret etmemiz gerekse de, eğitimsel değeri olan bazı sürtüşmeleri insicama önceleyebilmemiz de gerekir. Zira bir öğrenci grubunun önündeki tek tehlike kavga ve gürültü değildir; kendini tekrar etme ve yeni fikir üretememe de o grup için bir o kadar ve hatta daha büyük bir tehlike arz ediyor olabilir.

Kur’an bizi fırkalaşmaya, bölünmeye ve aramıza duvarlar örmeye karşı ziyadesiyle uyarıyor. Mesela:

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُوا

“Allah'ın ipine sarılın ve fırkalaşmayın.” 3:103

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ

“Kendilerine açık deliller geldikten sonra fırkalaşarak ihtilafa düşenler gibi olmayın. Onlara azim bir azab vardır.” 3:105

İhtilaf her zaman olur. Esas problem ihtilafın eğitim amacıyla istimal edilmesi yerine fırkalaşmayı netice vermesi. İnsan için eğitimini ilerletememekten daha büyük bir azab kaynağı olabilir mi?

Bu konuyla ilgili akla “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” hadisi de geliyor. Elbette rasulullah (asm) münakaşayı, çekişmeyi ve kavgayı teşvik etmiş olamaz. Ümmetinin eğitim maksadında birleşeceğini ve ihtilafı ve fikir ayrılıklarını eğitimlerine malzeme yapacaklarını söylemiş olmalı. Nursi bu hususta şu açıklamayı yapmış:

"Hadîsteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa'y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise—ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır—hadîsin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler."

Görüldüğü üzere ihtilafı müsbet ve menfi diye ikiye ayırmış. Müsbet ihtilafta taraflar hem kendi mesleklerini daha iyi bir noktaya getirmeye, hem de karşı tarafın mesleğini ellerinden geldiğince geliştirmeye ve ıslah etmeye çalışıyorlar. İki taraf da hem kendilerinin hem de muhataplarının eğitiminin salahiyetine odaklanmış. Menfi ihtilafta ise taraflar eğitimi unutup birbirleriyle boğuşuyorlar, tartışmayı kişiselleştirip sen-ben meselesine çeviriyorlar. Böyle bir ihtilafın savunulması elbette mümkün değil. Nursi bunu nazara veriyor çünkü bahis konusu hadisi anlamakta güçlük çekenler ihtilafın menfi cinsine odaklanmış durumdalar ve onun müsbet olabileceğini düşünmüyorlar.

Yukarıda fikirlerin çarpışmasına açık olabilmemiz gerektiğini belirtmiştim. Nursi bu hususa da değinmiş ve ihtilafı müsbet ve menfi diye ikiye ayırdığı gibi, fikirlerin çarpışmasını da hak ve hakikat namına olan ve olmayan diye ikiye ayırmış:

"Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kàbil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir."

Maksatta ittifak ancak hak namına hareket etmekle, yani herkesin kendini başkalarının farklı fikirlerine ve sorularına muhtaç bilmesiyle olur. Bir sınıftaki öğrencilerin her birinin kendini eğitim almaya muhtaç bilmesi ve hepsinin eğitim maksadında ittifak etmesi gibi. Böyle bir öğrenci topluluğunda farklı fikirlerin çarpışması o öğrencilerin hakikatin her köşesini, çalıştıkları derslerin her ince detayını bulup ortaya çıkarmalarını netice vereceğini söylüyor. Fakat ortada böyle bir maksat ittifakı yoksa, öğrencilerin çarpışmaları savunulması hiçbir şart altında mümkün olmayan inşikakları yani fırkalaşmaları ve bölünmeleri netice veriyor. Çarpıştıklarından değil, maksatta ittifak edemediklerinden ötürü bölündüler. Eğitim maksadında ittifak edebilseydiler, hem ihtilaf hem de çarpışma onlar için rahmet ve bereket vesilesi olurdu, “az olsun benim olsun” tavrını ve bölünmeyi netice vermezdi.

İşin bir de şu yönü var: herkes her zaman nefs-i emmare hesabına hareket ettiğini farkedemiyebiliyor ve herhangi bir ihtilafta kendini nasıl ifade etmesi gerektiğini hemencecik anlayamayabiliyor. Herşey gibi bu da deneye yanıla öğreniliyor. İhtilafın önüne nefsi karıştırmama şartı koyarsak, ne müsbet ihtilafa ne de hak namına yapılan fikir çarpışmasına imkan kalır. Onun için ilk mesajda Yusuf'un (asm) bize verdiği “nefsi temize çıkarmama” prensibi (12:53) ziyadesiyle önemli. [1] Beraat ancak nefsi temize çıkarmamak ve kusuru kendinde aramakla olur. Hem fikrimi farklı fikirlere karşı savunma cesaretini [3] göstereceğim, hem de her aşamada muhatabıma karşı hata edip etmediğime dikkat edeceğim. Hedef böylesi vasat bir dengeyi tutturmak olmalı. Elbette her zaman tutturamayabiliyoruz. Onun için de birbirimize sabretmeye gayret etmemiz gerektiği kanaatindeyim.

Dikkat etmemiz gereken diğer bir husus da, fikirlerimize gelen eleştiri ve hatta saldırıları gereksiz yere kişiselleştirmemeli ve “bana saldırıyorlar” dememeliyiz. Zira fikrimize veya davranışımıza gelen eleştiriyi şahsımıza yormak uhuvvete ve hüsn-ü zanna zarar verir. Her ne kadar fikirlerimize ünsiyet etmemiz ve onları savunmamız gayet fıtri olsa da, onlar aynı kalınca eskiyen biz oluyoruz. “Çok acımasız” dediğimiz eleştiri bizim için rahmet ve bereket kaynağı olabilir. Serinkanlı olabilmeli ve ihtilafı, münakaşayı ve çatışmayı kendimiz ve başkaları için müsbetleştirebilmeliyiz.


  1. [1] Bu hususta şu yazıya bakılabilir.
  2. [2] Farklılaşmak ile fırkalaşmak aynı şey değil. Her ne kadar bu iki kelime aynı kökten gelse de, farklılıkların getirdiği zenginlik ile Kur’an’ın “fırkalaşmayın!” (لَا تَفَرَّقُوا) emrinin arasını net bir şekilde ayırmamız gerekli. Mesela biyoloji ve kimya bilimin iki şubesi. Bu ikisi arasında biyokimya dediğimiz köprü mahiyetindeki ara bir şube dahi var. Biyologların ve kimyacıların fırkalaşması, bu iki grubun birbiriyle iletişimi koparması ve interdisciplinary çalışmalar yapmamaları, biyokimya “ara” bilim dalını kurmamaları anlamına geliyor. Kurabildilerse, demek ki farklışatılar fakat fırkalaşmadılar.
  3. [3] Bu cesaretin gösterilememesini Nursi kuvve-i gadabiye itibariyle tefrite düşmek olarak nitelendiriyor.
  4. [4] “Hikmet, faydalı bilgi mü’minin yitik malıdır.” (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17)