Maymunlar ve Domuzlar

قُلْ هَلْ اُنَبِّئُكُمْ بِشَرٍّ مِنْ ذٰلِكَ مَثُوبَةً عِنْدَ اللّٰهِۜ مَنْ لَعَنَهُ اللّٰهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَاز۪يرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ

De ki: “Allah nezdinde yeri bundan daha kötü olanı size bildireyim mi? Allah’ın kendilerine lânet ettiği, gazap ettiği, kendilerini maymunlar ve domuzlar maymunlar hâline döndürdüğü kimseler ve Tağut’a itaat edenler!” 5:60

Yukarıdaki ayetle ilgili akla gelen bir soru: bir insan maymuna ve domuza nasıl dönüşür?

Öncelikle maymun ve domuz kelimelerinin sırası bence önemli. O halde önce maymunla başlayalım. Maymun deyince akla taklit geliyor. İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli özellik akıl. İnsan ancak akıl baliğ olunca dinden sorumlu oluyor. Dinin her meselesi üzerinde elimizden geldiği kadarıyla akletmemiz gerekiyor. Zaten aklettiğimiz ve ikna olduğumuz kadarıyla dinin bir rüknüne veya meselesine iman edebiliyoruz. Değilse, “anlamadım ama kabul ediyorum” demenin dinen pek bir kıymeti yok.

Bu, hayatımızda taklit olmayacak demek değil. Her türlü eğitim taklit ile başlar ve fakat orada kalmamalı. Soru => tahkik => tasdik sürecine mutlaka girilmeli. Bu sürece girdiğimiz kadarıyla insan oluyoruz, kapasitemizin dahilinde olup da girmediğimiz yerde de maymunlaşıyoruz. “Ruhban sınıfını (alimleri, mollaları, müftüleri) rabb edindiler” 9:31 ayeti bu bağlamda düşünülebilir. Din hususunda otorite görülen kimselerin motamot taklit edilmesi maymunlaşmayı netice veriyor. “İslam’da ruhban sınıfı yoktur” demekle iş bitmiyor. Herkes kabiliyeti elverdiği ölçüde şahsi hayatının müçtehidi olmakla mükellef. Bu sorumluluğu yüklenmeyenler adı konmamış bir ruhbanlığa yol açmanın sorumluluğunu yükleniyor. Sorumluluktan kaçış yok bu alemde.

Fetva ve feta (genç) kelimelerinin Arapçada aynı kökü paylaşması da bu konuyla ilişkilendirilebilir. Fetva, dini açıdan genç, yani sorun yaşadığı dini bir meseleye henüz nüfuz edememiş kimseye verilir. Vahyin bir miktar terbiyesinden geçmiş bir akıl kendi problemini başkasına çözdürmez. Elbette ki bu, önemli meselelerimizi başkalarıyla istişare etmeyeceğiz demek değil.

Ruhban sınıfını taklit edenler maymunlaşırken, taklit edilen ruhban sınıfı da 62:5’in ifadesiyle eşekleşiyor. Zira her alime onu sorgulayan ve yeri geldiğinde onunla edep kuralları içinde tartışan öğrenciler lazım. Öğrenciler sorgulamayı bırakırsa, alim kendindekini yeterli görür ve kendini gereği gibi yenileyemez. Neden en kötü ses eşeğinki (31:19)? Kulağımızı tırmaladığından değil. Öğrencileri maymunlaşan alim, kendisinin ve başkalarının yeni dertlerine derman olan yeni fikir üretemediği noktada söylemi yavanlaşır ve çirkinleşir. Hem kendisine emanet edilmiş kitaplara, hem yeni şartlara, hem de daha çok nemalanmak isteyen kendi kabiliyetlerine haksızlık eder ve israfa düşer. Tüm kainatın yaratılmasının sebebi olan mananın ve onu ortaya çıkaran kabiliyetlerin israfı en büyük bir çirkinliktir.

Domuz deyince ise akla şehvet geliyor. Maymunlaşmanın sonucu olarak ikinci bir tür bozulma daha gözlemliyoruz. Bu alemi sorgulamak ve tahkik etmek için kullanmayan ve dolayısıyla Rabbin mutlak özelliklerini tanıyamayan kimse, varlığa olan fıtri sevgisini varlığın kendisinde aramaya başlar. Hak yolunda kullanması gereken şehvetini eşyanın kendisine bakan yüzüne çevirir, tul-i emel eder (geleceğe doğru uzun emellerde bulunur), cenneti burada kurmaya çalışır ve Kur’ani iffetten yoksun kalır. Sadece bekanın tatmin edebileceği şehveti tatminsiz ve doyumsuz kalır. O halde, maymunlaşmayı iman-ı billah (O’ndan gelme) ile, domuzlaşmayı da ahirete iman (O’na dönme) ile ilişkilendirebiliriz. İmanın iki kutbu olan Allah’a ve ahirete imana denk düşen ve maymun-domuz ikilisine benzer diğer ikili kavramlar Kur’an’da ziyadesiyle var.

Domuzun pisliğini de manevi açıdan değerlendirmemiz gerekir. Kur’an “müşrikler pistir” (9:28) dediğinde onların banyo yapmadığını söylemiyor. Maddi alemin manevi klavuzu olan Kur’an, şirkin manevi mahiyetinin pisliğini bize anlatıyor. Evet, şirk ve manayı ismi nazar insanı ve hususi alemini kirletir. İnsan kirli olanı, fenaya gideni sevemez. Sevmek istediği şeyde bir beka tevehhüm ederek onu sevebilir—aynen Nasreddin hocanın necis olduğunu bildiği karpuzu “belki şuraya pislik (fena) değmemiştir” diye diye mideye indirmesi gibi. [1]

“Kur’an’ın ve kainat kitabının saklı/korunmuş manasına sadece temizlenenler el sürebilir” (56:79), çünkü nazarına vahyin terbiyesinden geçmiş bir usul abdesti aldırmayan kimse, 12. Söz’ün başındaki temsilde anlatılan filozofun durumuna düşmekten kurtulamıyor. Kainat kitabının süsüne yani kendisine bakan manasına odaklanıp yazarın kastettiği asıl manayı ıskalıyor, kirli nazarı ile kendisine verilmiş kitabını yani hususi alemini kirletiyor ve kirli olduğunu bile bile onu mideye gömüyor. Zaten domuz da kendi pisliğini yemiyor mu?

Velhasıl, maymunlaşmaktan ve domuzlaşmaktan beri değiliz. 5:60’ın uyarısına hepimizin ihtiyacı var.


  1. [1] Nasreddin Hoca sıcak bir yaz günü tarlaya ekin biçmeye gidecekmiş. Giderken susayınca kesip yer, serinlerim diye bir kaç karpuz da alarak beraberinde götürmüş. Mübarek Ağustos güneşi yükseldikçe ortalığı kasıp kavurmaya başlamış. Çok geçmeden Hoca da karpuzlardan birine bıçağı vurmuş. Bakmış, tatsız... Hemen bunu orada bulunan bir tezek yığınının üzerine atmış. İkinci bir karpuz kesmiş. Bu da aksine tatsız çıkmasın mı? Onu da aynı yere atmış. Sıra diğerlerine gelmiş. Fakat karpuzlar aynı bostandan, aynı tohumlardan olduğu için hepsi de tatsızlıkta birbiriyle âdeta yarış ediyorlarmış. Sonunda Hoca kestiği bütün karpuzları aynı tezek yığınının üzerine atarak orağını eline almış ve yeniden ekin biçmeye başlamış. Ama sıcaklık da arttıkça artıyormuş. Yakınlarda su namına bir şey yok. Nihayet dayanamayacağını anlayarak yeniden tezek yığının başına gitmiş. Kesip parçaladığı ve oraya attığı karpuz dilimlerini birer birer alarak, şuna değmiş, buna değmemiş diye diye hepsini de yemiş!