Hz. Süleyman’ın Tartışmalı Duası

Süleyman’ın (asm) aşağıdaki duası çok tartışmaya sebep olmuş:

قَالَ رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَهَبْ ل۪ي مُلْكاً لَا يَنْبَغ۪ي لِاَحَدٍ مِنْ بَعْد۪ي

“(Süleyman) dedi: ‘Rabbim beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk ver.’” 38:35

Tartışma çıkmasının birinci sebebi, bir peygamber nasıl olur da Rabbinden mülk ister? Mesela deniyor ki, rasulullaha (asm) isterse hükümdar bir peygamber, isterse kul (abd) bir peygamber olabileceği teklif edildiğinde, o ikincisini seçmiş ve mala, mülke önem vermediğini göstermiş. Tartışmanın ikinci sebebi, bir peygamber nasıl olur da kendisine verilecek mülkün kendisinden sonra kimseye nasip olmamasını ister? Rasulullah ise her şart altında hep ümmetini düşünmüş. İnsanlar bu tür mülahazalar ile Süleyman’ı (asm) eksik gören cümleler sarf etmişler.

En başta netleştirilmesi gereken mesele mülkten neyin kastedildiği olsa gerek. Zira rasullerin mülkten ne anladığı ile bizim ne anladığımız örtüşmeyebilir. Hiçbir rasul mülkü sırf kendisi için istiyor olamaz. Benzer şekilde, hiçbir rasul Malik-ul Mülkü tanımamıza imkan veren ve ancak eşya üzerindeki mülkiyetimiz ile edindiğimiz malikiyet mefhumunu da reddediyor olamaz. Biz bir şeylere sureten de olsa malik olmasaydık, Malik-ul Mülkü tanıyamazdık. O halde, rasulullahın (asm) reddettiği hükümdarlık malikiyetin topyekün reddi değil, Malik-ul Mülkü tanımayı netice vermeyen türden bir malikiyet olmalı.

Malik-ul Mülkü tanımanın iki tür neticesi var. Birincisi, elimizdeki mülkü O’nun emaneti olarak biliyoruz ve O’nun adına ve rızası doğrultusunda kullanıyoruz. İkincisi, o emanet ahiretteki nihayetsiz bir mülkün buradaki numunesi yerine geçiyor. Bunlara binaen diyebiliriz ki, Süleyman (asm) yukarıdaki istiğfarını elindeki mülkün hakiki sahibi olmadığını anlaması üzerine etmiş olmalı. Hakikaten de, bir önceki ayet kendisinin bu tür bir paradigma değişimine zemin hazırlayan bir tecrübe yaşadığını bize haber veriyor:

وَلَقَدْ فَتَنَّا سُلَيْمٰنَ وَاَلْقَيْنَا عَلٰى كُرْسِيِّه۪ جَسَدًا ثُمَّ اَنَابَ

“Şüphesiz Süleyman’ın tahtı üzerine bir cesed bırakarak onu imtihan ettik. O da (Bize) döndü.” 38:34

Dünya şartlarında en büyük bir mülke sahip olan Süleyman (asm), en büyük dersini tahtına konan cesed ile almış. O cesed ona ölümün kendisini de yakalayacağını ve eşya üzerindeki hükümdarlığının tahtına kurulmuş bir cesetten farksız olduğunu anlatmış. Süleyman (asm) bu ders ile Rabbine dönmüş, vehmi malikiyetini hakiki bilmiş olmaktan ötürü istiğfar etmiş, O’nun emanetini O’na satmış ve Rabbinin nihayetsiz mülküne talip olmuş. Bu dönüşüm sayesinde ölüm ona tahtına kurulmuş bir vaziyetteyken değil, emri altında hizmet edenlere nezaret ederken gelmiş (34:14).

Eğer bunlar akla yatıyorsa, şimdi şu soru üzerinde düşünebiliriz: Neden Süleyman (asm) kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk istemiş?

Öncelikle o mülkü hakiki sahibine izafe ederek istediğini tekrar karara bağlamamız lazım. Mülkü kendi adına ve kendisi için istemiyor, Malik-ul Mülkün nihayetsiz mülkünü istiyor. Tüm mülk O’nun ise, ne bu alemin ne de ahiret alemlerinin genişliği kişiden kişiye değişmez. Mesela:

“Fakat, âhirette tek bir adama beş yüz sene mesafelik bir cennet ihsan edilmesi…”

Beş yüz senelik mesafe nihayetsiz bir büyüklüğe işaret ediyor. Birinin cennetiyle diğerininkinin farkı büyüklük veya mesafe cinsinden değil. Bu türden bir anlayışı şu cümlelerde görmek de mümkün:

“Nasıl ki bu dünyada herkesin dünya kadar hususî ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zâhirî ve bâtınî duygularıyla o dünyasından istifade eder. ‘Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır’ der. Başka mahlûkat ve zîruhlar bulunmaları, o adamın mâlikiyetine mâni olmadıkları gibi, bilâkis, onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar, ziynetlendiriyorlar.”

Yani nasıl ki burada tek bir alem-i şehadet mülkünü paylaştığımız halde, “tüm bu alem benim okulumdur” diyebiliyoruz, çünkü bize ait hususi bir dünya bize verilmiş...

“Aynen öyle de—fakat binler derece yüksek—herbir mü’min için binler kasır ve hurileri ihtiva eden has bahçesinden başka, umumî Cennetten beş yüz sene genişliğinde birer hususî cenneti vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla, Cennete ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki, onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususî ve geniş cennetini ziynetlendiriyorlar.”

…aynen öyle de, ahirette de herkesle aynı umumi ve geniş cenneti paylaşıyoruz. Burada olduğu gibi orada da “tüm bu cennet benim yani Malik-ul Mülk’ün beni vazifedar kıldığı mülkümdür” diyebiliyoruz. Herkesin umumi alem-i şehadetten ve umumi cennetten istifadesi inkişaf eden hissiyatı, duyguları ve kabiliyetleri nisbetinde.

Dolayısıyla, Süleyman’a (asm) verilen hususi mülk ondan sonra gelen kimseye verilmiyor. Mülk aynı olsa da, istifadeler farklı farklı. Rasuller Yaratıcıyı en üst mertebede tanıdıklarından, O’nun mülkünden istifadeleri de en üst seviyede. Tabii rasuller arasında fark yok değil. Mesela Musa’da (asm) el-Adil isminin tecellisi öne çıkarken, İsa’da (asm) el-Şafi isminin tecellisi daha bariz görülüyor. Süleyman dendiğinde ilk aklımıza gelen isim ise el-Malik. Bu ismi en üst seviyede hakkal yakin tanımış olan Süleyman’ın (asm) O’nun mülkünden istifadesi de elbette en üst seviyede olur.

Süleyman’ın (asm) eğitiminden ve duasından bize de bir pay var. Rasulullahın (asm) duası cenneti netice verdiği gibi, Süleyman’ın (asm) duası da Malik-ul Mülk’ün nihayetsiz mülkünün ufuklarını bize açtı. Onun örnekliği ile bize deniyor ki: “o nasıl elindeki tüm mülkü hakiki sahibine büyük bir fiyata sattıysa ve emri altındakilerin hizmetine Rabbinin adına nezaret ettiyse, siz de onun gibi kendi mülkünüzdekileri satıp emriniz altındakilerin hizmetine nezaret edin.” Zira karşımızdaki mülkten istifademizin derecesi buna bağlı.