Fünûn-u Ekvan ve Maarif-i İlahiye
Mesnevi-i Nuriye'de şöyle bir parça var (Badıllı tercümesi):
“Hem niyet ve nazar; ikisi eşyanın mahiyetlerini değiştirip seyyiatı hasenata tebdil ederler. Nasılki, iksir, toprağı altına kalbeder, öyle de niyet dahi adi harekâtı ibadetlere çevirir. Hem nazar, fünûn-u ekvanı maarif-i ilahiyeye kalbeder. Demek, esbab ve vesait hesabına nazar olursa, muzaaf cehaletlerdir. Eğer Allah hesabına olursa maarif-i ilahiye olur.”
Cümlelere teker teker bakalım:
“Hem niyet ve nazar; ikisi eşyanın mahiyetlerini değiştirip seyyiatı hasenata tebdil ederler.”
Eşyanın mahiyeti, bizim “o şey nedir?” sorusuna verdiğimiz cevap. Bu mahiyet yani bir şeyi nasıl algıladığımız nazarımıza göre değişiyor. İsmi yani kendisi adına baktığımız şeyi yabancı / düşman görürken, harfi yani yaratıcısı adına baktığımızda dost olarak görüyoruz. Zira tek bir yaratıcının sanat eserleri hükmünde olan eşya mabeyninde düşmanlık olmaz.
Kendimiz (enfüs) ve eşya (afak) arasındaki yabancılık ve düşmanlık çirkindir yani seyyiedir. Manayı harfi nazar seyyieyi haseneye yani düşmanlığı kardeşliğe tebdil eder.
اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَاُو۬لٰٓئِكَ يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّـَٔاتِهِمْ حَسَنَاتٍ
“Ancak tevbe eden, iman edip salih amel işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini (çirkinliklerini) iyiliklere çevirir.” 25:70
Manayı ismi nazardan tevbe edip eşyaya manayı harfi nazar eden ve bu nazar ile yaşayan kimsenin kötü / çirkin olan afakı iyi / güzel bir afak ile tebdil edilir. İyilik ve güzellik enfüsteki nazarda başlar ve afaka doğru yayılır. Buna ilaveten ve belki de daha önemlisi, eğitim manayı ismi nazar ile başlar, manayı harfiye geçmek ve onu manayı ismi ile kıyaslamakla güzelleşir. Her tevbe bir yanlışın farkedilmesine ve o yanlıştan dönülmesine işaret eder. Hatasız, günahsız ve tevbesiz eğitim olmaz.
“Nasılki, iksir, toprağı altına kalbeder, öyle de niyet dahi âdi harekâtı ibadetlere çevirir. ”
Gökten inen su iksiri olmasa, topraktan altın kıymetinde hayat çıkmazdı. Benzer şekilde, eşyaya manayı harfi ile nazar etmeye niyet eden kimse eşyanın hareketlerini âdiyattan ve cansızlıktan kurtarır, onları hayattar mahlukların harikulade (harik-ul adet – adeti kıran) tesbihatları olarak görmeye başlar ve onları kendisi için altından daha kıymetli bir hale çevirir.
Eşyanın harekatı ibadete çevrilince, bizim harekatımız da buna kayıtsız kalamaz. Bizim harekatımız ibadet iken eşyanın harekatı âdiyat olamaz.
“Hem nazar, fünûn-u ekvanı maarif-i ilahiyeye kalbeder.” [1]
İşte dananın kuyruğunun koptuğu yer burası. Maarif-i ilahiyeye dönüşenler fünun-u ekvan yani matematik, fizik, kimya, biyoloji, psikoloji gibi kevni fenler. Bu fenlerden nasibimiz kadar ilahi marifete erebiliyoruz. Aynen fiziğin felsefesini felsefecilere bırakmaya artık gerek görülmediği gibi, ilahi marifeti de dini ilimleri okuyanlara bırakmaya gerek kalmadı. Artık herkes ilahi marifeti aracısız ve fakat vahyin ve risaletin rehberliğinde edinebilir. Tekvini fenler geliştikçe, onlardaki maarif-i ilahiye potansiyeli de artıyor. Fakat vahyin ve risaletin terbiyesi yoksa, onların bulguları bize sonu kesik (ebter) bir dehşet ve hayretten başka bir şey vermiyor ve bizi vahşet yani yalnızlık içinde bırakıyor. Bu da o fenleri bizim için hasenata çevrilmeye namzet seyyiat mahiyetine bürüyor. Vahyin ve risaletin fünun-u ekvanın bulgularını döllemesi lazım ki, seyyiat hasenata kalbedebilsin. Seyyiatı yani eşyaya manayı harfi bakmayan fünun-u ekvanı çalışmayana hasenat yani ilahi marifet de ziyadesiyle kısıtlı.
Fünun-u ekvan eşyaya direk manayı harfi baksa daha iyi değil mi? Elbette bir şeyin esas kıymeti onun harfi yani esas sahibi adına istimal edilmesiyle ortaya çıkıyor. Diğer yandan fenlerin eşyaya manayı ismi bakması bizim ismi ve harfi nazarın kıyasını yapabilmemiz açısından önemli ve kıymetli. Onlar ismi bakmasaydı, biz onların getirdiği alternatif ile vahyin getirdiği bakış açısını karşılaştıramayacaktık.
Zaten çoğu zaman yeni bir probleme veya tecrübeye ister istemez ilk önce ismi bakıyoruz. Bir fenomenin sebeplerini araştırmak için onları birbirinden ayırt etmek, elemek, daha önemli olanlarını tesbit etmek, vs. gerekli. Bu da o sebeplere vehmi de olsa bir tesir vermekle mümkün. Fakat nasıl ki tevehhüm-ü küfür küfür değil, bir fenomenin sebeplerini çalışırken onlara izafe ettiğimiz tesir de imanımızı kaybettiğimizi göstermiyor, sadece cehaletimizi artırıyor – takip eden cümlede belirtildiği gibi:
“Demek, esbab ve vesait hesabına nazar olursa, muzaaf cehaletlerdir. Eğer Allah hesabına olursa maarif-i ilahiye olur.”
Bir fenomeni sebepler ve vesileler hesabına incelememiz, ki bunun sistematik bir tarzda yapılmasına fünun-u ekvan deniyor, cehaletimizi ve zulmetimizi artırıyor. Aynı muzaaf cehalet vahyin ve risaletin çektiği ayar ile muzaaf marifete dönüşüyor. Muzaaf cehaleti olmayanın muzaaf marifeti de olmuyor. Marifetimiz ancak farkettiğimiz cehaletimiz ölçüsünde neşvü nema ediyor.
Hepimiz eşyaya sebepler hesabına bakıyoruz ve bir miktar fünun-u ekvan öğreniyoruz. Benzer şekilde, bu iletişim çağında bilim insanlarının da vahiyden ve risaletten biraz olsun nasipleri var – her ne kadar bazen bize hiç nasipleri yokmuş gibi gelse de. Mühim olan fenlere ve bilim adamlarına ilahi marifet adına ihtiyacımız olduğunu bilmek. Onların günahları ve sevapları onlara, bizimkiler de bize. İlahi marifet yarışını en çok hatasını farkedip en çok tevbe edenler kazanıyor. Günahsızlar ise buradan geldikleri gibi gidiyorlar.
- [1] Bu cümlenin Arapça orijinali (pdf sayfa 72) şu şekilde: والنظر يقلب علومَ الاكوان معارفَ الهية