Fiilin Bidayeti
Kader ve cüzi irade bahsindeki üç görüş şu cümleler ile özetleniyor:
“Meselâ, halk-ı ef'al meselesinde Cebr mezhebi ifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder. İtizal mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep, beyne-beynedir ki, o fiillerin bidayetini irade-i cüz'iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor.”
Bu parağrafın vurguladığım kısmına göre, bir fiilin başlangıcı bize, nihayeti Yaratıcıya ait. Başlangıçtan kasıt, fiile varlık verilmesini istemek. Hasta bir kimsenin sağlıklı olmayı istemesi gibi ve bunun için ilaç almaya niyetlenmesi gibi. Nihayetten kasıt, abdin duasına harici vücud cinsinden verilen cevap. İlacı alan hasta genellikle iyileşiyor, bazen de iyileşmiyor.
Aşağıdaki temsil bahis konusu bidayet-nihayet meselesini açıklar mahiyette:
“Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.” 26. Söz
Bu temsilde fiilin bidayeti çocuğun yüksek dağa gitmeyi istemesi, nihayet de çocuğun oraya götürülmesi ve orada hasta olması. Fiilin bidayeti çocuğa ait olduğu için, nihayetinden yani hastalanmasından sorumludur diyoruz.
Şimdi nazara vereceğim cümle ise bidayet-nihayet meselesiyle çelişiyor gibi:
“Yani, mü'min, [1] herşeyi, hattâ [2] fiilini, [3] nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, …” 26. Söz
Fiili Cenâb-ı Hakka vermek ne demek? Biz zaten fiilin nihayetini hiçbir zaman sahiplenmiyoruz, yani sonuca varlık verdiğimizi iddia etmiyoruz. Fiilin bidayetinden başka verebileceğimiz bir şey var mı? Yok ise, bu cümle ile yukarıdaki mesele nasıl birbiriyle bağdaştırılabilir?
Önce bizimle ilgili olanlar hariç herşeyi, sonra bizle ilgili olanlar ve kendimiz dahil herşeyi O’na vermemiz gerektiği hususuna aşinayız:
“Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder.” Katre risalesi
Yani bu vermeler belli bir sırayla gerçekleşiyor ve bizim manen terakki etmemize bakıyor. Fiili ben yaptım dediğimizde Mutezile gibi fiilin tamamını sahiplendik, diğer herşeyi ona verdik. Fiili ben istedim, o varlık verdi dediğimizde bidayetini kendimizde tuttuk, nihayetini O’na verdik, ki bu da Ehl-i Sünnetin pozisyonu. Fakat bu nokta terakkimizin son noktası değil, zira fiilin tamamı yani hem bidayeti hem de nihayeti O’na verilebilir ve verilmeli. “Hasta iken iyileşmeyi istemek de bana verildi; o isteğin sahibi ben değilim” dediğimizde fiili tamamen ona vermiş oluyoruz.
Peki, fiilden sonra nefsi Cenâb-ı Hakka vermek ne demek? Nefsin verilmesi, mevhum hattın bozulmasına, enenin reşha-vari bir tarzda buharlaşmasına ve varlıkta cereyan eden hadiselerin temaşa makamında seyredilmesine denk geliyor diye anlıyorum. Bunun bir başka ifadesi şöyle:
“Yani, fâil ve masdar değilsiniz; belki münfail ve mahalsiniz.” 18. Söz
“Fail değilsiniz” fiili O’na vermeye, “masdar değilsiniz” de nefsi O’na vermeye denk geliyor. “Masdar değilim” diyerek “fiilin hiçbir şekilde kaynaklığını yapmıyorum” demiş oluyoruz. Münfail, fiili kabul eden, fiilin bir kişi üzerinde zuhur etmesi demek. Mahal ise fiilin üzerinde zuhur ettiği kimsenin mazhar değil memer olması demek. Diğer bir deyişle, fiile varlık veren de, fiilin ortaya çıkması için gereken tüm vücudi ön şartları hazırlayarak ona kaynak olan da O. [1]
Fakat tüm bu O’na vermelere rağmen O’na veremediğimiz bir “şey” kalmalı ki, teklif ve sorumluluk ortadan kalkmasın:
“…tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona ‘mes'ul ve mükellefsin’ der.”
Nedir o şey? Tecrübe ettiğimiz varlığı güzel bir surette kabul edip etmemek:
“Yalnız bir tesiriniz var. O da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır.”
Bize düşen hakikatimizi kabul etmekten ibaret. Kolay gibi görünüyor ve fakat eğitimsiz olmuyor. [3]
Konunun bu şekilde ifadesi, sanki seçme kabiliyetimizin pek bir etkisi yokmuş, işimizi gücümüzü bırakıp pasif pasif oturacakmışız gibi anlaşılabilir. Halbuki tam tersi. Ancak hayatın ve faaliyetin içine aktif bir şekilde girmekle hakiki failin kim olduğunu anlayabiliyoruz. Evinde pasif pasif oturan kişi herhangi bir faaliyet görmüyor ki, “bunların faili kim?” diye sorabilsin.
En başta sorduğum soruya geri dönersem, yukarıda listelediğim manevi terakki mertebeleri ile fiilin bidayetinin cüzi iradeye, nihayetinin ise külli iradeye verilmesini nasıl bağdaştıracağız?
Bu sorunun cevabını Nursi’nin şu cümlelerde sakladığını düşünüyorum:
“Evet, mânen terakkî etmeyen avam içinde, kaderin câ-yı istimâli var. Fakat, o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atâlete sebep olsun.”
Burada diyor ki, manen terakki etmeyen avam için kaderin doğru kullanımı hadiselerin geçmişe bakan cihetiyledir; geleceğe ise cüzi irade cihetiyle bakılması gerekir ki, verilecek kararlardan, özellikle de isyan gibi şerri netice veren seçimlerden sorumlu olunduğu bilinsin. [4] Bu nasıl olacak? Fiilerin bidayetini kendimizde bilerek. Terakki etmediğimiz sürece, bu duruş kaderin ve cüzi iradenin doğru kullanımı açısından bize yeter. Terakki ettiğimiz ölçüde, hayrı sadece kabul ettiğimizi ve onun bidayetine dahi dahlimizin olmadığını, şerrin ise başı ve sonuyla birlikte tek adresinin kendimiz olduğunu öğreniyoruz.
Velhasıl, Ehl-i Sünnet olarak fiilin bidayetini abde nihayetini Yaratıcıya veriyoruz ki, manen terakki ederek hayır bidayetleri de Yaratıcıya verelim, şer bidayetleri ise neticeleri ile beraber üstümüze alalım. [2]
- [1] Bu demek değil ki, canımı sıkan birine yumruk atacağım ve “bunu ben değil Allah istetiyor ve yapıyor, ben manzarayı seyretmekle meşgulüm” diyeceğim. Nursi’nin belirttiği gibi, ademi ve tahribat cinsinden olan seçimlerimizi Yaratıcıya veremiyoruz (“[Enenin] Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.” 30. Söz) Kader ve cüzi irade meselelerinin yanlış anlaşılmaya ve yanlış kullanılmaya çok elverişli olmasından ötürü olsa gerek, Nursi “bunlar ilmî ve nazarî değil, hâlî ve vicdanî meselelerdir” demiş. Bu konuları kendi vicdanımızı dinlemek ve kendi halimize çeki düzen vermek amacıyla düşünüyor olmalıyız. Başkalarıyla olan ilişkilerimizi ise bilgi, delil, akıl, arguman, hukuk, vs. düzleminde değerlendirmek durumundayız.
- [2] “Emaneti insan yüklendi [onu Sahibine satsın diye].” 33:72 “Attığında sen atmadın; bilakis atan Allah’dı [atma fiilinin başı ve sonu dahil hepsi O’na ait].” 8:17 Yapısı itibariyle bir hayli ilginç olan bu cümle, “attığında” diyerek önce fiili abde veriyor, “atmadın” diyerek de onu ondan alıyor. “Sen sadece atmayı istedin” şeklinde düzeltmiyor, zira küfrün helak olmasını istemek de O’na ait.
- [3] Hayrın kabulu meselesiyle ilgili şu yazıya bakılabilir.
- [4] İnsanın şerre merci olmasıyla ilgili şu yazıya bakılabilir.