Diriliş Gününe Nazar Etmek

Bu yazıda, İblis’in Rabbine ilettiği aşağıdaki talep üzerine düşüneceğiz:

قَالَ رَبِّ فَاَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ

“Dedi: ‘Rabbim, öyleyse onların dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.’” 38:79

Aynı talep 7:14 ve 15:36’da da geçiyor.

Ayette geçen اَنْظِرْن۪ٓي kelimesi istisnasız “bana süre tanı / mühlet ver” şeklinde meallendiriliyor. Malumunuz, İblis bu sözü Âdem’e secde emrine itaat etmeyişinden hemen sonra söylüyor. Belli ki sadece Âdem’den değil, tüm insanlıktan bahsediyor. Demek ki Âdem’in neslinin yürüyeceğini biliyor. İlaveten, insanlık için bir diriliş günü olduğunu da biliyor. Bu demektir ki insanların öleceğini de biliyor. İlaveten, “süre” istediğine göre, zaman mefhumuna sahip. Zaman, içinde bulunduğumuz bu alem şartlarına ait bir mefhum olduğuna göre, buranın şartlarını da biliyor. Halbuki Âdem daha yeni yaratılmış ve ona secde edilmesi daha yeni emredilmişti. Daha Cennete bile konulmamıştı. İblis tüm bunları nereden biliyordu?

Ayette geçen اَنْظِرْن۪ٓي kelimesi üzerine düşünürken, İblis’in bu talebinin belki de başka şekilde yorumlanabileceğini düşündüm. Bu kelime, Arapça’da nazara yani nazar etme fiiliyle aynı kökten geliyor ve baktırma (nazar ettirme) anlamına da gelebiliyormuş – her ne kadar kelimenin esas kullanımı mühlet yani imkan verme şeklinde olsa da. Demek istediğim, acaba İblis’in talebi “beni onların dirilecekleri güne nazar ettir / baktır” olarak da anlaşılabilir mi? Diyelim ki anlaşılabilir. Peki, İblis’in diriliş gününe nazar etmesi (bakması) veya ettirmesi (baktırması) bize ne ifade eder?

Bu tür bir yorum ilk etapta garip gelebilir. Zira biz İblis’in veya Şeytan’ın [1] hep mühlet talep ettiğini duyduk ve bildik. Fakat şeytanın Âdem’e yaptığı aşağıdaki teklif, bu farklı yorumun belki de o kadar da garipsenmemesi gerektiğini söylüyordur bize.

فَوَسْوَسَ اِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَٓا اٰدَمُ هَلْ اَدُلُّكَ عَلٰى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَا يَبْلٰى

“Hal böyleyken şeytan ona vesvese vererek ‘Ey Âdem!’ dedi, ‘Sana sonsuzluk ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı delâlet edeyim mi?’” 20:120

Bu ayetle ilgili iki önemli husus gözüme çarpıyor. Birincisi, Âdem cennette olmasına rağmen etrafındaki saltanatın sonu gelmediğinin yani sonsuzluğunun farkında olmamalı ki, Şeytan ona bekâyı gösterme teklifi ile geliyor. “Cennet” ile görünmez varlıklar anlamındaki “cinn” kelimelerinin aynı kökten gelmesi de Âdem’in cennette olduğu halde oradaki bekâyı görememesi yani bekânın ondan saklı olmasıyla alakalı olabilir. İkincisi, Şeytan Âdem’e sonsuzluk ağacına ve sonu gelmez bir saltanata delâlet etmeyi öneriyor. Delâlet etmenin aracı olmak, kılavuzluk etmek, yardımcı olmak ve yol göstermek gibi anlamları var. Âdem’in bekâ ile ilgileneceğini biliyor ve ona göre bir teklif ile geliyor. Yukarıdaki konuya bağlarsak, sonsuzluk ağacına ve sonu gelmez bir saltanata delâlet etmek ile diriliş gününe baktırmak bir hayli alakalı gibi gözüküyor.

Daha fazla ilerlemeden önce, bakmak ile görmek arasındaki farka dikkat çekelim:

وَتَرٰيهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ

“Sen onların sana baktıklarını (nazar ettiklerini) görürsün, hâlbuki onlar (basiretleriyle) görmezler.” 7:198

Yukarıdaki ayette “baktıklarını” kelimesi için nazara, “görmezler” kelimesi için basara fiilleri kullanılmış. Yani bir şeye nazar edildiği halde o şey görülemeyebilir (basar edilemeyebilir). Basar etmeyi bakılan eşyanın melekut boyutunu görme ve manasını okuma şeklinde de düşünebiliriz. Şeytan’ın diriliş gününe nazar ettirmesi de bu şekilde düşünülebilir. Şeytan’ın temsil ettiği nazar bekaya baktırıyor ve fakat insan onu otomatik olarak görecek / okuyacak değil. Görüp görmemek insana ve buradaki yaratılıştan vahyin terbiyesinde bir eğitim çıkarıp çıkarmadığına bağlı.

Konuyu zihnimizde daha netleştirmek için öncelikle Şeytan’ın bu alemdeki rolünü ve neyi temsil ettiğini hatırlayalım. [3] İnsanın iradesi olabilmesi için, Şeytan’ın temsil ettiği ve hakikatin zıddı yani ademî olan bir seçenek gerekli. Adem (Hz. Âdem’den bahsetmiyorum), yokluk yani varlığın zıddı demek. Biz sadece varlık üzerine düşünebilir, tahayyül edebilir ve konuşabiliriz. Hakiki anlamıyla yokluğu ne tecrübe edebiliriz (tecrübenin kendisi varlıktır), ne de sanki varmış gibi varlığın karşısına koyup ona teoride veya pratikte bir “yer” verebiliriz. Yani varlığın tam zıddı olan adem, ki ona adem-i mutlak da deniyor, adı üstünde yoktur. Dolayısıyla Şeytan’ın temsil ettiği, hakikati olmayan ve fakat üzerinde konuşabildiğimiz bu alternatif nazar adem değil ancak ademî olabilir. Ademî derken, sadece varlık tecrübe edildiği halde, bir şekilde insana yokluk fikrini ve hissini veren bir mekanizmadan bahsediyoruz. Bizzat cennette olmasına rağmen, Âdem’e (kendisine edilen tekliften sonra) bekâyı yani cenneti arattıran bir mekanizma bu. Hakikatten kopuk anlamında “batıl” mefhumu ile de düşünebiliriz bu seçeneği. Rahmetten yani varlığın hakikatinden uzak (البعيد من الرحمة) bir seçenek.

İnsana hem iradenin verilmesinin hem de varlığın varlığının farkettirilmesinin sebebi, var etmenin ve var etmeyi seçmenin ne demek olduğunu ve bunların kıymetini ona bildirmek. Bunlar olmasaydı, insan varlığın mutlak rahmet kaynağını (Rahman ismini) ve mutlak irade sahibini (İrade sıfatını ve Muhtar ismini) tanıyamazdı. İnsana varlığın varlığını farkettiren mekanizma ise, tecrübe ettiği gerçekliği ademî yani dereceli algılaması. Mesela dünkü mal bugün artar veya azalır. Maldaki artış varlık, azalma ise yokluk hissi verir. “Her şey zıddıyla bilinir” kaidesi de aslında bunu söyler. Güzellik dereceleriyle bilinir. Derecelendirilmeseydi, yani güzellik dediğimiz özelliği güzel-çirkin ekseninde algılamasaydık, güzellik diye bir mefhumumuz olamazdı. Böyle bir mefhum olmayınca, güzelliğin kaynağını da merak edip arayamazdık.

Eşyada gözlemlediğimiz özellikleri dereceli algılamamız, onların eşyanın kendisine ait olduğunu göstermez. Vahiy, bize varlığı ademî tecrübe etmemizin onun hakikatinin ademî olduğunu göstermediğini, derecelerin sadece bizim algımızda olduğunu, eşya üzerinde gözlemlediğimiz özelliklerin her bir derecesinin Mutlak bir kaynağı olduğunu, burada vazifesini tamamlayan eşyanın O’na döndüğünü ve eşyayı ve hayatı bu kaynağa ve dönüşe nisbet ederek değerlendirmemiz gerektiğini söyler. Şeytan ise, “gerçeklik algıladığından ibarettir, herşey nasıl görüyorsan öyledir ve fanidir; o halde arzuladığın cenneti burada aramalı ve kurmalısın” der.

Burası tamam ise eğer, önce Âdem’in kendisine Şeytan’ın teklifi gelmeden önceki halini değerlendirelim, sonra da tekliften sonraki halini.

İngilizcesi şöyle olan bir temsil var:

“There are these two young fish swimming along, and they happen to meet an older fish swimming the other way, who nods at them and says, "Morning, boys, how's the water?" And the two young fish swim on for a bit, and then eventually one of them looks over at the other and goes, ‘What the hell is water?’”

Çeviri: “İki genç balık yüzmektedir. Karşıdan yaşlı bir balık gelir, onlara selam verir ve ‘günaydın gençler, su nasıl?’ diye sorar. İki genç balık bir süre daha yüzmeye devam ederler. En sonunda birisi dayanamaz ve diğerine dönüp sorar: ‘Su da ne ola ki?’”

Temsildeki genç balıklar denizde yüzdükleri halde, her taraflarını kaplayan suyun farkında değiller. Bu nasıl olabilir? Hemen gafletlerine vermeyin. “Biz de havanın varlığından habersiz nefes alarak geçiriyoruz günlerimizi” demeyin. Zira biri bize hava nasıl diye sorduğunda “hava da ne ola ki?” demiyoruz.

Genç balıkların “su da ne ola ki” sorusunun benim için en ikna edici açıklaması, bu balıklar için “ben ve deniz” ayrımının henüz gerçekleşmemiş olması. Genç balığın benlik kavramı henüz gelişmediği için, ne “ben” diyebiliyor ne de “deniz.” Böylelikle kendisini çevreleyen denizi de göremiyor.

Hayatımızın başlangıcında biz tam da bu haldeyiz. Mustafa Ulusoy bu konuyu güzel anlatmış:

“Böylelikle insan hayata ‘farklılaşmamış ve ayrışmamış’ bir durumda başlar. Bu farklılaşmamış varlığımızın en önemli özelliği ‘benlik’ in gelişmemiş olmasıdır. Özellikle altıncı aya kadar, insan bilincinin ‘ben’in farkında olamaması, ‘öteki’nin de farkına varamamasına yol açar. Kendi varlığını bilinçli bir şekilde fark edemeyen insan, kendisi ile kendisi dışındaki varlıkları oluşturan ‘öteki’ arasında bir ayrım yapamaz. Ben ve öteki arasında ayrım yapamama, bebeğin pasif bir konumda olduğunu göstermez. Bebek çeşitli uyaranları algılar ve onlara cevap verebilir. Uyaranlar, ben ve öteki arasında ayrım yapmaktan daha ziyade, biz duygusu çerçevesinde algılanır ve cevaplanır. Bebek, ben ve öteki arasında bir ayrım olmaksızın, anne ile oluşturulan ‘biz’ sistemi içinde yaşar. Bu mutlak aciz yaratılan bebek için oldukça güven verici bir duygudur. Bebek kendini okyanusun içinde bir damla gibi hisseder (okyanus duygusu). Bebek kendini ve kendisi dışındaki, özellikle anne olmak üzere, her varlığı birbirinden tam olarak ayrışmamış, tek bir sistemin içinde birbiriyle sıkı sıkıya bağlanmış varlıklar olarak algılar. Bu sıkı sıkıya bağlanmışlık daha çok biyolojik bir bağlılıktır.”

Benlik bilinci gelişmemiş bebek biz sisteminde yaşadığından, annesini kendisinden ayırt edemez. Benzer şekilde, okyanustaki balık da benlik bilinci gelişmemiş ise okyanusu farkedemez. Ve yine bunun gibi, halihazırda cennette olan Âdem, eğer ki benlik bilinci ve ferdiyeti yerleşmemiş ise, kendisini cennetten ve bir ağacı diğerinden ayırt edemediği gibi (çünkü aynen bebeğinki gibi tüm cennet ile bir biz sistemi içinde yaşamaktadır), cennetin cennetliğini de insanın bilmesi cinsinden bilemez.

Böyle bir durumdaki kimseye “âfak nasıl?” diye sorduğunuzda, “âfak da ne ola ki?” der. Çünkü henüz enfüs ile âfakın arası ayrılmamıştır. Böyle bir soru aslında onu âfak / enfüs ayrımını yapmaya, yani nefsini tanımaya davettir. Soru sureten âfak hakkındaymış gibi gözükse de, aslında enfüs hakkındadır (nasılsın; كيف حلك). Afak hakkındaki cevap da enfüsün durumuna göre şekillenir ve renklenir. Yaşlı balık görünüşte suyun nasıl olduğunu, hakikatte ise kendilerinin nasıl olduğunu sormuştur. Aynen Şeytan’ın Âdem’e onu âfaktaki bekâ alemine iletmeyi (delalet etmeyi) teklif etmesi ve teklifi kabul eden Âdem’e ve eşine kendi nefislerinin yani “ene”lerinin belirmesi gibi (بَدَتْ لَهُمَا سَوْاٰتُهُمَا [4] 20:121).

O halde şeytanın cennetteki Âdem’e teklifini, yani bize nefsimizi nasıl gösterdiğini ve bu mekanizmanın nasıl işlediğini biraz daha anlamaya çalışalım.

Buluğ çağına giren insanın artık şuurlu bir benliği vardır. Çok rahatlıkla “ben ve o”, “benim ve onun” diyebilir. “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlıkım da şu kâinatın mâlikidir” der. Diyebilir, çünkü eşyanın kendi malikiyetine girmesini ve çıkmasını (ademî artma ve azalmaları) defalarca tecrübe ederek bir malikiyet mefhumu edinmiştir. Bu mefhum malikiyetin mutlak kaynağını (Mâliku’l-Mülk) tanıması için şarttır. Tabii malikiyet mefhumu ile başkalarının malikiyetini de fark ve kabul eder. “Ben ve o” ayrımı, Mâliku’l-Mülk gibi diğer her bir ismin (esma-i hüsnanın) gölgesinde yerleşir ve edinilen kavramlarla derinleşir. Öte yandan insan, ferdiyetinin Yaratıcının mutlak esmasının gölgesinde yeşerdiğini ve mahiyetinin vehmi olduğunu ancak vahyin terbiyesine girdikçe öğrenir.

Malikiyet mefhumumuz sayesinde “mülküm azaldı / çoğaldı” diyebiliriz. Yani hayır ve şer yargımızın temelinde, malikiyet gibi sair mefhumlarımızın zamana yayılmış dereceli (ademî) tecrübeleri yatar. Farkında olsak da olmasak da, şerrin harici vücudu yoktur, yani yokluk hissi sadece zihnimizdedir. Zira aynı tecrübe ne ile kıyaslandığına göre renk değiştirir. Eğer tecrübe ettiğimiz şey daha öncekine nazaran daha çok ise “arttı”, daha az ise “azaldı” deriz ve birincisini hayır, ikincisini şer biliriz. O sebeple, mühim olan an itibariyle tecrübe ettiğimiz varlığın derecesinden (mesela o anda ne kadar mülke sahip olduğumuzdan) ziyade, onu hangi varlık derecesi ile kıyasladığımızdır. Verdiğimiz duygusal ve zihinsel tepkiyi bu kıyas belirler. Bu da bize gösterir ki, hayır ve şer yargımız tamamen kendi zihnimizin bir ürünüdür.

Zihnimizin bu şekilde çalışması algılarımızın ve yargılarımızın önemsiz veya değersiz olduğunu göster’yor. Bilakis, bu algılar ve yargılar tecrübe ettiğimiz gerçekliğin rengini belirledikleri için çok büyük öneme haiz. Öte yandan, algılarımızın ve yargılarımızın kendi varlık anlayışımızın ve zihni aktivitelerimizin ürünü olduğunu idrak etmezsek, işte o zaman Kur’an’ın “sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler” (2:18, 2:171) vasıflamasından belli bir miktar nasibimizi almışız demektir. Burada olan biteni sağlıklı bir analize tabi tutabilmemiz ve kendimizi vahyin rehberliğine açabilmemiz için zihnimizin ve fıtratımızın nasıl işlediğini biraz olsun çözümlememiz gerekir.

Şimdi bunları Şeytan bahsine bağlayalım. Hayır ve şer yargısı, yasaklanmış (mahrem) ağacın tadılması ile zuhur ediyor. [2] Artık insan “buraya kadar Senin, bundan sonrası (ağacın şu meyvesi) benim” diyerek malikiyet mefhumunu edinmiş ve bununla eş zamanlı olarak malikiyete bir sınır çekmiştir. Şu haliyle okyanustan ayrı düşmüş bir damla gibidir. [10] Ağacı her tadışı ile tattığı şeyi kendi mülküne geçirmeye yani “bundan sonrası benim” dediği alanı genişletmeye yeltenir – aşağıdaki parçada anlatıldığı gibi:

Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlıkın sıfatlarını fehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Meselâ, bir adam Cenâb-ı Hakkın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. ‘Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir’ diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir.” Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi

Benlik bilinci gaflet suyu ile gelişiyor. Gaflet olmasaydı, ne benlik bilincimiz olurdu, ne de vahyin terbiyesi. Buna ilaveten, kendimizde bulduğumuz özellikler üzerindeki malikiyetimizin vehmi olduğunu itikad etmemiz hiç de basit bir hadise değil. Bu özellikleri Allah’ın yarattığını kabul edip etmediğimizden bahsetmiyorum. 6. Sözdeki temsildeki iki kişi de kendilerine verilenlerin emanet olduğunu kabul ediyorlar. Esas mesele onları Allah’a satabilmek ve o noktadan itibaren onları O’nun adına kullanabilmek. Ancak malikiyetin vehmi olduğunu farkedenler satabiliyor.

Mülkiyet mefhumunun verilmesinden kasıt mülkün mutlak malikinin (Mâliku’l-Mülk) tanınması olduğu için, bu kastın gerçekleşmediği her mülk edinme denemesi insana bir şeylerin yanlış gittiği zaman içinde söyler. Zira edinilen mülkün derecesinin (tadılan ağacın miktarının) artması insanı nihai anlamda tatmin etmediği gibi, mülk dereceleri arttıkça bir sonraki tecrübede o derecelerdeki azalma ihtimali ve riski de bir o kadar artar. Her ne kadar insan tecrübe ettiği varlığın artmasından memnun olsa da, varlığın azaldığını veya azalma ihtimalini hissettiği anda morali bozulur. Böyle bir manzara karşısında mutlaka savunma mekanizmaları geliştirmesi gerekir. Özellikle ömrünün ilerleyen safhalarında geliştirdiği savunma mekanizmaların suni ve suri olduğunu farketmesiyle birlikte önü alınmaz bir çaresizlik hissiyatı içine duçar olur…

وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ

“Onlara mühlet [5] veriyorum. Doğrusu benim tuzağım pek sağlamdır.”

Malikiyet mefhumunu edinerek okyanustan (varlıktan) ayrı düşen damla (insan), kendini çıplak hisseder ve okyanusla tekrar o eski birlikteliğini arar. Fakat artık okyanus (vahdet) gitmiş, yerini “yere” saçılmış damlalar (dökülmüş yapraklar) yani kesret almıştır. Tecrübe ettiği kesretin her bir parçası (cüzü) ile bir olmak ve bir küll oluşturmak ister. Vahdeti kaybetmiş olmanın verdiği çıplaklık hissini eşyayı kendine yamayarak (7:22, 20:121), onları kendine nisbet ederek ve “ölü” yani ağacından ayrı düşmüş diğer yapraklar aynasında ve algısında var olmaya çalışarak örter. Evet, hayatımızın çoğunu çıplaklığımızı sair eşya (afaktaki damlalar / yapraklar) ile örterek geçiririz.

İçine düştüğümüz firak derdinin tek dermanı, tüm tuzakların ve tuzağa düşenlerin Sahibi olan o Vâhid-i Ehade iltica etmek ve ondan kelimeler almak, yani onun isimlerine tutunmaktır (2:37). İsme tutunmanın anahtar kavramı ise “numune”dir.

“Zira o meyveler, numunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur.” 8. Söz

Mülkiyetimizde olanın bizim değil, bir aslın numunesi [11] olduğunu anlamamızın yolu, mülkiyetimizin vehmî (kendi algımızın ürünü) ve varlığın bu alemden çok daha geniş [6] olduğunu farketmekten geçer. Yapılması gereken, tüm mülkiyetin O’na ait olduğunu ilan etmek, tecrübelerimizi vahiy ve risaletten aldığımız eğitim doğrultusunda yorumlamak, varlığı bu fani alemden ibaret bilmekten vazgeçmek ve bir elimize istiğfarı ve diğerine duayı [7] vermektir. Benliğimizin farkına vararak kainattan ayrı düştüğümüz gibi, benliğimizi aşarak da bir külli ve bir küll olmalı [8], şuurumuz, bilincimiz ve basiretimizle birlikte şecere-i kainatın (kainat ağacının) şuur ve bilincini tamamlamalıyız.

Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.” Kastamonu Lahikasi

Benlik edinmemizin neticesinde algımızda zuhur eden ayrılık (firak), aslında tüm varlıkla şuurlu bir birlikteliğin (vuslat) gerçekleşmesi ve algımıza sunulan tüm varlığa mümessil olarak atanmamız için. O halde tüm ayrılık acılarımızın arka planında, bizi bu büyük projeye hazırlama gayesi yatıyor.

Meseleyi anlayan Âdem, kendisine ilka olunan (aldığı) kelimelerin yani vahyin şuuruyla, şuurlu olduğunu fark ettiği ebedi kainat ağacındaki yerini iftihar ve lezzet ile alır, arza halife olmaya liyakatını ispat eder. “Ayrı ayrı ağaçlar yok; her şey tek bir ebed ebed ağacının küllî bir cüzüdür” der. Arzda iken ebede nazar ve basar eder, hayatı ile Rabbinin destanını yazar — aynen 8. Sözdeki bahtiyar kardeşin durumu gibi:

“Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder.” 8. Söz

İntizar kelimesi Kur’an’da bir kaç yerde “intezir / muntezir” formunda geçiyor. Mesela:

فَانتَظِرُواْ إِنِّي مَعَكُم مِّنَ الْمُنتَظِرِينَ

“İntizar edin, doğrusu ben de sizinle beraber intizar edenlerdenim." 7:71

Büyük çoğunlukla zaman boyutunda “bekleme” olarak çevrilen intizar kelimesinin, gözetme/gözleme (expectantly) anlamı da var – güzel akıbet beklentisinde olma gibi. Konumuz bağlamında düşünürsek, eğer insan ebed ağacı ile şuurlu bir birlikteliği gerçekleştirebilirse, hayatını o ağaca lezzetli bir nazar ve basar etme tecrübesine dönüştürebilir. Eğer enzirni / intizar ikilisini zaman ekseninde yorumlarsak, İblis’e mühlet burada iştahımız artsın ve ömrümüz lezzetli bir bekleyişe dönüşsün diye veriliyor. İntizara lezzet veren, buradaki numunelerden alınan lezzetlerin ahiretteki asılları ile kurulan bağ, yani ebedi kainat ağacı ile gerçekleştirilen şuurlu birliktelik. Hak gelince batıl zail olduğu gibi, vehmi mülkiyetler Mâliku’l-Mülk’e yüksek beka fiyatına satıldığında, kesret yerini vahdete bırakır ve bu alem ebedi varlık ağacının bir gölgesi ve numunesi mahiyetini alır.

29. Mektubun son cümlesinde geçen insan-i kamil tasvirinin son kelimeleri ile bitireyim:

“...bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak [nazar/basar], belki de o saadete girmektir [intizar].” [9]

İblis’in enzirni talebinden başlayıp Âdem’in ebed ağacına nazar etmesine uğradığımız, oradan da insanın intizarına vardığımız bu düşünce yolculuğunda bana eşlik eden herkese sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

و سلامن عل المرسلين و الحمد لالله رب العالمين


  1. [1] Her ne kadar bu iki isim aynı anlamda kullanılsa da, İblis’in nisbeten daha teorik, Şeytan’ın ise nisbeten daha pratik bir kavram olduğu kanaatindeyim. Kur’an’da İblis ismi sadece insanın ilk yaratılışı hakkındaki zaman ve mekan üstü teorik hikayede geçiyor. İnsanın yaratılışından sonra ve insanla irtibata geçen ise hep Şeytan(lar).
  2. [2] Muhammad Asad’ın 20:120 hakkındaki notu: “Bu sembolik ağaç Tevrat’ta “hayat ağacı” ve “iyi ile kötüyü bilme ağacı” olarak tanımlanmaktayken (Tekvîn ii, 9)...”
  3. [3] Şeytan kavramının ve şer meselesinin daha geniş izahı için şu yazıya bakılabilir.
  4. [4] “Edep/ayıp yerleri” diye çevrilen سَوْاٰتُهُمَا kelimesi eneleri yani nefisleri olarak da anlaşılabilir. Zira vahyin terbiyesinden geçmemiş ene kötülüğü yani yanlış tercihleri seçmeyi emreder: اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ 12:53
  5. [5] Şeytan’ın Rabbine ilettiği talepte de bu iki ayette geçen mühlet verme fiili kullanılabilirdi, fakat onun yerine enzirni (اَنْظِرْن۪ٓي) tercih edilmiş.
  6. [6] Varlığın alem-i şehadetten ibaret olmaması hakkında şu yazıya bakılabilir.
  7. [7] “O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin.” 26. Söz
  8. [8] “Binaenaleyh, dünyaya ve cismanî lezâize meyledersen, âciz, zelil bir ‘cüz'î’ olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübrâ denilen İslâmiyet hesabına sarf edersen, bir ‘küllî’ ve bir ‘küll’ olursun.” Mesnevi-i Nuriye
  9. [9] Köşeli parantezlerin içindeki eklemeler bana ait.
  10. [10] “Kendini okyanusta bir damla sanma. Bir damlanın içinde kocaman bir okyanussun.” Mevlânâ
  11. [11] Dünyanın ahiretin gölgesi ve numunesi olması hakkında şu yazıya bakılabilir.