Dağa Atılan Cila
Dağların Kur’an’da özel bir yeri var. Hem Musa’ya hem de Rasulullah’a (asm) ilk vahiy bir dağda geliyor. Yine dağdaki bir başka buluşmada Musa (asm) Rabbine onu görmek istediğini söyleyince, kendisine bu isteğinin ancak baktığı dağın yerinde durması halinde mümkün olabileceği söyleniyor. Akabinde Rabb dağa tecelli ediyor ve dağı dümdüz ediyor (7:143). Hemen akla gelen soru: neden başka bir şeye değil de bir dağa bakması emredildi? Buluşma dağda olduğu için mi?
Dağın dümdüz edilmesini genelde infilak etme, paramparça olma ve zerrelerine ayrılma şeklinde anlıyoruz. Fakat yok etmekle dümdüz etmek farklı şeyler. Tecellinin Rabbin mutlak özelliklerinin eşya üzerinde yansıması olduğunu ve eşyanın o tecelli ile varlık bulduğunu biliyoruz. Yani Rabbin esması dağa varlık vererek onda yansıyor. Tabii bu noktada akla şu soru da geliyor: madem Musa’nın (asm) baktığı dağ zaten Rabbin tecellisi ile varlık bulmuştu, o dağa bir daha tecelli ederek onu dümdüz etmesine ne gerek vardı? Bunun benim zihnimdeki tek açıklaması, Musa (asm) o dağı ilk etapta Rabbinin tecellisinin eseri olarak görmüyordu ve o sebepten ötürü kendisine dağa bir daha ve bu sefer dikkatle bakması emredildi.
Tecelli kelimesi cila ve cilve kelimeleriyle aynı kökü paylaşıyor. Allah’ın dağa tecelli etmesini, dağ aynasına cila atması olarak da düşünebiliriz. Atılan cila ile O’nun cilvesi dağda net bir şekilde yansımış olmalı. O halde Musa (asm) dağ infilak ettiğinden değil, Rabbini pürüzsüz bir ayna gibi göstermesinden ötürü baygın düşmüş olmalı. Nasıl ki güneşe tutulan bir aynaya bakmak gözümüzü alır, Musa da direk Rabbi gösteren dağ aynasında yansıyan cilveye bakmaya takat getirememiş.
وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْاَرْضَ بَارِزَةً
“O gün dağları gideririz. Artık arzı bariz (nasılsa öyle, çıplak bir halde) görürsün.” 18:47
Eğer “o gün” tabirinden eşyaya tam anlamıyla vahyin eğitimini verdiği nazar ile baktığımız günü anlarsak, aynen dağın pürüzsüz bir aynaya dönüşmesi gibi, tüm arzın bizim için bir ayna olabileceğini söylüyor bu ayet. Başkasını gösteren pürüzsüz bir aynanın kendini göstermekten boşalması gibi, nazar ettiğimiz eşyanın her türlü malikiyetten soyunup sadece Rabbin cilvelerini göstereceğini bize haber veriyor. Benzer bir ifade 20:105-106’da da var.
Cila ve tecelli kelimeleriyle aynı kökü paylaşan celâ (جَلَٓاء) sürgün demekmiş. Dağa atılan cila dağın kendisine bakan vechesini sürgüne gönderiyor – aynaya atılan cilanın sırlı tarafı gözlemcinin nazarında sürgüne göndermesi gibi. Zira aynanın kendisine yani sırlı tarafına baktığımız sürece orada herhangi bir yansıma göremeyiz (len terani – 7:143). Cilveyi gördüğümüz andan itibaren de artık sırlı yani karanlık tarafı göremeyiz.
Ayna ve cila meselesinin kalbe bakan bir yönü de var. Tasavvuf ehli sıklıkla kalp aynasının cilalanması gerektiğini salık vermiş. Kalbin katılaşması ise bunun tam tersi.
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةًۜ وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ
“Bütün bunlardan sonra kalpleriniz katılaştı; kaya gibi hatta daha da sert oldu. Şüphesiz öyle kayalar vardır ki, içlerinden ırmaklar fışkırır; öylesi vardır ki, yarıldığında içinden su çıkar; bazısı da vardır ki, Allah’a olan haşyetinden ötürü (yerinden kopup) aşağı yuvarlanır.” 2:74
Bu ayet Rabbe karşı katılaşan kalpleri yekpare sert kayaya, yumuşayan kalpleri de kayanın parçalanıp un ufak olmasına benzetiyor. Allah’tan haşyet duyan kayaların parçalandığı, bulundukları yerden aşağıya yuvarlandığı, ufalandığı ve içlerinden pınarlar çıktığı söyleniyor. Burada yapılanın bir benzetme yani teşbih olup olmadığı hakkında düşünmek lazım. Dağların kayalara, taşlara ve nihayetinde toprağa dönüşüm sürecini biz doğal bir hadise olarak gördüğümüzden, Arapça uzmanları da dahil herkes ayetteki ifadenin bir teşbih olduğunu söylüyor. Belki de taşlar cansız değildir ve Allah’a haşyetlerinden ötürü bulundukları halde kalmak hakikaten onları rahatsız ediyordur? Ya kayaların parçalanması doğal bir hadise ve ayet teşbih yapıyor, ya da kayalarda hakikaten Allah’a haşyet duyma kapasitesi var ve ayet durum ne ise onu söylüyor. Bu ikisinin ortası mümkün değil.
Kayalar neden ufalanıp toprak olmak istesin? Çünkü toprak cismaniyet içinde Rabbin özelliklerine en kapsamlı bir ayna:
“…hava ayinesinde, yalnız şemsin zayıf bir ziyası görünür. Su ayinesinde şems ziyasıyla görünürse de elvân-ı seb’ası görünmüyor. Fakat toprak ayinesi, çiçeklerinin renkleriyle, şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.” Mesnevi-i Nuriye
Nasıl ki dağa cila atılması onu kapsamlı bir toprak aynasına dönüştürüyor, kalbe cila atılması da onu kainatın kapsamlı bir fihristesine dönüştürüyor. Rabbin tüm esması o pürüzsüz aynada yansıyabiliyor. O halde Musa’nın (asm) özellikle dağa bakması istenmiş çünkü dağda Rabbe kapsamlı bir cismani ayna (toprak) olabilme potansiyeli var. Musa dağdaki bu potansiyelin açığa çıkışını muhtemelen hızlandırılmış bir tarzda görmeliydi ki, benzer bir dönüşümü kainattaki her türlü (maddi, manevi, hayali, ruhi, vs.) özelliğin özetinin bulunduğu kendinde gerçekleştirebilsin ve Rabbini kendisi üzerinden seyretsin.
O halde dağlar toprağa dönüşerek ve düzlenerek tekamül ediyor. Bir başka deyişle, Rabb kayaları toprağa dönüştürerek ve dağların üzerine toprak serperek onlara cila atıyor ki, esması onlar üzerinde daha çok yansısın. Sadece kayadan ibaret olan bir dağa nazaran üzerinde toprak ve bitki örtüsü olan bir dağ daha cilalı ve Rabbin esmasının cilvelerini daha net gösteren bir ayna mahiyetinde.
Toprağı dağın “erimiş” hali olarak da düşünebiliriz:
“…o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letâfetlendirmek, cilâlandırmak, sarahate yakın işaret ediyor ki, gayet lâtif, ulvî, nazif, hayattar diğer bir âlemin hesabına şu kesif, câmid âlemi, zerrâtın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor, güya lâtif bir âleme gitmek için ziynetlendiriyor.” 30. Söz
Kayadan ibaret bir dağ, çağlar boyunca içinden çıkan ve üzerinden akan su ile eriyerek ve üzeri nur-u hayatla süslenerek latif bir aleme hazırlanıyor. Benzer şekilde, vahiyle sulanan insan nefsinin eriyip düzlenmesi ve Rabbini gösteren cilalı bir aynaya dönüşmesi lazım ki, latif bir aleme gitmeye liyakat kesbetsin.
Cehennemin yakıtının insanlar ve taşlar olmasını da (66:6) bu bağlamda düşünebiliriz. Eşya Rabbin özelliklerini yansıttığı ölçüde varlık buluyor, tekamül ederek daha çok yansıtıyor ve yansıtamadığı kadarıyla da cehenneme yakıt oluyor. Mesela arzın merkezinde magma dediğimiz çok yüksek basınç ve sıcaklıkta bir taş tabakası var. O taşın varlığını biliyoruz ve fakat onu gözlemleyemiyoruz. Her ne kadar görmediğimiz magma tabakası da Rabbi bize tanıtsa da, mesela bir Ağrı dağı gibi tanıtamaz. Bir tohum ağaç olmak istediği gibi, magma da önce lava sonra da dağ olmak istiyor. Volkanik aktivite ile bir yol bulup kesret alemi olan yeryüzüne çıkması lazım ki, Rabbin tecellilerini kapsamlı bir şekilde yansıtan toprak olma yolunda tekamül edebilsin. Magmanın toprağa dönüşmesinin yolu dağ ve kaya şeklinde yeryüzünde arz-ı endam etmesinden geçiyor.
Benzer şekilde insan “ben benim” diyen dağ gibi enaniyetiyle dünyaya arz-ı endam ederek semanın, arzın ve dağların yüklenmekten çekindiği hilafet emanetini üstüne alıyor (33:72). Vahyin suyuyla cilalanan insan ve eriyen enaniyet, eşyaya atılan cilayı da farkediyor. Hatta farketmenin ötesinde, ona sanatı ve teknolojisi ile bir cila da kendisi atıyor ve basit topraktan binbir çeşit latif fenleri keşfederek gün yüzüne çıkarıyor.
“İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın hilkatinden maksat, mahfî hazine-i İlâhiyeyi keşif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelîye bir burhan, bir delil, bir mâkes-i nurânî olmakla Cemâl-i Ezelînin tecellîsi için şeffaf bir mir'at, bir ayine olmaktır. Hakikaten, semâvat, arz ve cibâlin hamlinden âciz kaldıkları emâneti insan haml ettiği cihetle cilâlanmış, cilvelenmiş bir şekle girmiştir.” Mesnevi-Nuriye
Tabii mühim olan maddeye cila atan insanın kendisinin de bu prosese dahil olması. Değilse, herşey Rabbin özelliklerini yansıtma kabiliyetini geliştirerek tekamül ederken, düşünce kalıplarımızın kemikleşip taşlaşarak sabit kalma tehlikesi her an mevcut:
يَوْمَ يَنْظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَابًا
“O gün kişi ellerinin neyi takdim ettiğine bakar ve kâfir ‘Keşke toprak olsaydım’ der.” 78:40
Baygın düşerek dümdüz edilenlerden olabilmek dileğiyle…