Aşk ve Şefkat
Aşk, sevginin keskinleşmiş, şiddetlenmiş ve insanı her anlamda ihata etmiş hali olarak düşünülebilir. Dolayısıyla, aşk, sevgi ve muhabbet kavramları birbiriyle direk alakalı. Sevginin dozu arttıkça ona aşk demeye başlıyoruz. Bir kimse bir şeyi sevemezse, ona aşık da olamaz.
Bu alemdeki serüvenimiz sevgiyle başlıyor. İlk etapta annemizin bize olan sevgisi ile karşılaşıyoruz. Benliğimiz yerleştikçe de, kendimizi sevmeye başlıyoruz – şu cümlede belirtildiği gibi:
“Evet, insan evvelâ nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever.”
İnsan hiçbir zaman bir şeyleri sevmeyi bırakamaz. Sevmeye kendi nefsinden başlıyor ve başka hiçbir şeyi sev(e)mediği durumda bile kendi nefsini sevmeye devam ediyor. Kendini sevmek genellikle güzel bir haslet olarak bilinmiyor veya “birazı iyi ama aşırısına gerek yok” deniyor. Halbuki insan enesi sayesinde “ben” diyor ve bu çok önemli. İman yolculuğumuzda kendimizi sevmemiz, varlığımızdan memnun, özgür bir birey / fert olabilmemiz olmazsa olmaz şart. Sırf bu sebepten ötürü, Amerika gibi bireyci (individualist) toplumların bizim geldiğimiz kültüre nazaran vahyin terbiyesi açısından daha münbit olduklarını düşünüyorum. Toplumun derdiyle dertlenmek ve bireyler arasında uhuvvet bağlarının tesis edilmesi elbette önemli. [2] Öte yandan hakiki uhuvvet ve birliktelik, ancak kendisiyle ve yalnızlıkla barışık olan kimseler arasında tesis edilebileğini de akılda tutmak lazım.
Bu zamanın gençlerinin öz farkındalığı bizim gençliğimize nazaran bir hayli yüksek. Bu durumu onların kendilerine benzemesini isteyen yetişkinler olumsuz bir hal olarak görebiliyor. Halbuki öz farkındalığı yüksek olan bir bireyin kendisine olan sevgisinin de daha berrak olacağı söylenebilir. Birey bilinci gelişmemiş insanların oluşturduğu bir toplumda ise kendini sevme toplum baskısı sebebiyle bu kadar belirgin zuhur etmez. Toplum sürekli kişiye “kendini değil bizi sev” diye telkinde bulunur. Sevme şuurlu bir şekilde insanın kendinden başlamalı ki, daha sonra topluma doğru sağlıklı bir şekilde yayılabilsin. Değilse, insanı ezerek toplumu önceleyen ideolojiler tarih boyunca büyük zulümlere sebep olmuşlar.
Kendini şuurlu bir şekilde seven bir insan, bir başka şeyi sevdiğinde gayet doğal olarak onun da kendisini sevmesini bekler. Karşılık göremediği zaman da onu sevmeyi bırakır. Bu konu hakkında şu cümleler dikkate değer:
“Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor, sâfi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvânâtın yavrularına karşı fedakârâne, ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. Aşkın ağlamaları bir nevi taleptir, bir ücret istemektir.”
Burada aşkın yani sevginin karşısına bir alternatif olarak şefkat konuyor ve başka yerlerde bunların iki ayrı meslek olduğu söyleniyor. Vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhud aşk mesleğinin temsilcileri olarak görülürken, nübüvvetin ve risalelerin şefkat mesleğini takip ettiği belirtiliyor. Bu cümleleri okuduğumuzda “aşk karşılık ister, şefkat istemez, demek ki şefkat daha iyi” şeklinde konuya fazlasıyla basit yaklaşıyoruz. Yüzyıllarca sayısız güzide insanın takip ettiği aşk / sevgi / muhabbet mesleği belki bu kadar yüzeysel bir tarzda çöpe atılmayı hak etmiyordur ve belki de sevgi / aşk iman yolcuğumuzda bizim için bir basamaktır.
Gayet iyi biliyoruz ki, insan kendini sevme hususunda herhangi bir karşılık istemez ve şuurlu veya şuursuz bir tarzda otomatik olarak kendini sever. Hata da yapsa kendini sever ve savunur. Benzer şekilde, bir anne hata yapsa da çocuğunu sever. Onu sevmek için hata yapmama şartını koşmaz.
Annenin karşılık beklemeden seven bu halini sanki sevgiyle alakası yokmuş gibi şefkate örnek olarak veriyoruz. Halbuki anne halen seviyor -- aynen kendi nefsini karşılıksız sevmesi gibi -- ve ortada bariz bir şekilde sevme ve sevilme var. Peki, biz kendimizden başkasını karşılıksız sevemezken, bir anne bunu nasıl yapabiliyor? Bu ancak çocuğunu kendi varlığının bir devamı ve uzantısı olarak görmesiyle açıklanabilir. Çocuğun dünyaya gelme sürecinde biyolojik açıdan ortaya çıkan “biz sistemi” [1] belli bir süre hem çocukta hem de annede zihinsel olarak da devam ediyor. Bu sistem çocuğun benliğini bulmasıyla çocuk için sona eriyor. Annenin bu yeni durumu kabul etmesi hemen olmuyor ve bazen ölene kadar da etmeyebiliyor.
Şefkat için verdiğimiz en bariz örneğin temelinde kendini ve kendi uzantısını sevme varsa, bu ikisini birbirinden ayrı düşünemeyiz demektir. İlaveten, “şefkat aşktan üstündür” önermesindeki şefkat, vahyin terbiyesinden geçmemiş bir anne şefkati olamaz. Her annenin kendinde fıtri (otomatik) olarak bulduğu şefkat elde etmemiz gereken hakiki şefkatin ancak bir gölgesi ve cilvesi olabilir. Değilse, hakiki şefkatten hiçbir nasibimiz olmadığı halde kendimizde şefkat görmemiz bir hayli kolay.
Nasıl ki kendisini çocuğuyla bir biz sistemi içinde bulan anne otomatik olarak çocuğuna şefkat edebiliyor, vahyin eğitimiyle eşya arasındaki uhuvveti tesis ederek herşey ile bir “biz sistemi”ne şuurumuzla girebilirsek, herşeye şefkat edebileceğimizi yani herşeyi karşılıksız sevebileceğimizi söyleyebiliriz. Bu tür bir girişin bir örneği 29. Mektubun 6. Nüktesinde veriliyor.
“Ben” paradigmasından “biz” paradigmasına geçerek نَعْبُدُ’daki nun harfini hakkıyla söyleyebilen bir kimse, herşeyi karşılıksız sevebilir yani herşeye hakiki anlamda şefkat edebilir. Bir anda eşyayı sevmeyi bırakıp onlara şefkat duymaya başladığından değil, kendisiyle ilgili tanımlarını değiştirdiğinden ötürü onlara şefkat eder. Esas mesele hissettiğimiz duyguya ne isim verdiğimiz değil, hangi paradigma içinde yaşadığımız. Öncelikle birey olmanın ve kendini sevmenin önemini bu yazının başında vurguladım. Hem birey olmuş ve hem de biz paradigmasına geçebilmiş öğrencilerden oluşan bir sınıfta kimse kimsenin hata yapmasından gocunmaz ve herkes birbirini kayıtsız ve karşılıksız sevebilir. İsteyen “hayır, o sevgi değil, şefkat” desin. Maksat hasıl olduktan sonra, kimin neye ne dediğinin pek de bir önemi yok.
Velhasıl, “ben” paradigmasına şuurumuzla girmemiz lazım ki, hakiki sevgiyi ve aşkı tecrübe etmemize bir ön basamak olsun. Bu paradigma içindeyken sevebileceğimizi ve fakat hakiki anlamda şefkat edemeyeceğimizi bilelim. Zira aşkın şefkate dönüşmesi için “paradigm shift” lazım. Bu da kuru bir “aşk karşılık ister, şefkat istemez, demek ki şefkat daha iyi” demekle olmuyor, kendimizle ilgili tüm tanımlarımızı değiştirmemize bakıyor.
- [1] Bu hususta Mustafa Ulusoy’un şu yazısını tavsiye ederim. Her ne kadar biraz uzun olsa da, dikkatle ve çalışarak okunmayı hak eden bir çalışma.
- [2] Hakiki uhuvvet sadece bu anı değil tüm zamanları kapsıyor: “dalâlet nazarında mâzi ve istikbâl zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve bağlanış yoktur. Ancak zaman-ı halde eşya arasında küçük, cüz'î bir alâka olur. Binaenaleyh, ehl-i dalâletin yekdiğerine olan uhuvvetleri, binler senelik uzun bir zamanda bir dakika kadardır.” 29. Lema