Arzda Kaybolmak
وَقَالُٓوا ءَاِذَا ضَلَلْنَا فِي الْاَرْضِ ءَاِنَّا لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍۜ بَلْ هُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّهِمْ كَافِرُونَ
“Ve dediler: Arzın içinde kaybolduktan sonra mı yeni bir yaratılış içinde olacağız? Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler.” 32:10
Bu ayet sarih yani açık anlamı itibariyle, ölümden ve bedenin toprağa dönüşmesinden sonra gerçekleşeceği haber verilen dirilişin insan nezdindeki inanılırlığını problematize ediyor. Nitekim takip eden ayet ölümden ve Allah’a dönüşten bahsediyor ve kişi yeni bir yaratılışın varlığına ve olacağına inanmakta güçlük çekiyor. Bu konu Kur’an’da ziyadesiyle gündeme getiriliyor. Zira “ahirete inandım” demekle konu kapanmıyor. Yaşadığımız çeşitli tecrübeler bize halen ayette belirtilen tavrın içinde olduğumuzu ve ahirete iman eğitimimize devam etmemiz gerektiğini salık veriyor.
Bu yazıdan maksadım bu konu değil. Yukarıdaki ayete farklı bir açıdan da bakılabileceği kanaatindeyim. Ayette arzın içinde kaybolmak için kullanılan fiil dalalete düşmek. Bildiğimiz üzere, dalalete düşmek yani kaybolmak sadece maddi bedenimiz cinsinden olmuyor. İnsan manen de dalalete düşebiliyor ve bu tür bir dalalet günlük hayatımızın bir parçası. Bizim için esas mesele ve esas kaybolma mana cinsinden bir dalalet olduğundan, bu kelimeyi duyduğumuzda aklımıza ilk gelen şey hidayet üzere olmanın tersi. Zira hidayet üzere olan kişi yolunu ve hedefini biliyor. Böyle bir kişi için istikametten bahsedebiliyoruz. Fatiha’da böyle bir istikameti Rabbimizden talep ediyoruz. Burada manen kaybolmayı tecrübe etmeseydik, istikamete olan ihtiyacımızı hissedemeyecektik ve Fatiha’yı okumaya iştiyakımız olmayacaktı.
Bu açıdan baktığımızda, ayetteki soruyu “arzda dalalete düştükten sonra mı yeni bir yaratılışa muhatap olacağız?” şeklinde de anlayabiliriz. Yeni bir yaratılışı (yeni hayatı) hidayet üzere ve hayattar olan bir hayat (hayatın hayatının buradaki tecrübesi) olarak anlarsak, soruyu soranı hayrete düşüren şeyin, böylesi bir tecrübeye imkan veren hidayetin yolunun dalaletten geçmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda yeni yaratılışı inkar edenler din karşıtları değil, dalalete bulaşmayı sadece başkalarına yakıştıran ve dinin vermek istediği terbiyeden yoksun bir dindar zihniyet olur.
Böylesi bir zihniyet maddeye ve arza bulaşmayı ve hele ki bu ikisinde kaybolmayı ziyadesiyle kerih göreceğinden, maddeye manası için, arza da semasına uzanmak için olsa olsa “tahammül” eder. Her ne kadar ahirette haşrin cismen olması gerektiğini kabul etse de, orada haşrolunan sözde kıymetli (!) cismaniyetin [1] kıymetini burada kazandığını ve buradaki cismaniyetin de bir o kadar kıymetli olduğunu layıkıyla teslim edemez. Eğer edebilseydi, insanın eşya ile olan türlü cismani ilişkilerini ve o ilişkiler içinde kaybolmasını da bu denli kerih görmeyecekti.
Dalalete düşmeyen ve yolunu kaybetmeyen bir kimse, hidayete olan ihtiyacını da hissedemiyor. Nereye gideceğinizi biliyorsanız, kimseye yol sormazsınız. Zulmete düşmeyene imanın nuru yetişmediği gibi, arzda kaybolmayana da hidayet edilmiyor. İnsan zulmetiyle nuru, dalaletiyle de hidayeti bir paratoner gibi kendine celb ediyor – yeter ki paratonerini işlevsiz bırakan “bu işleri hallettim” tavrını bir kenara bıraksın, içinde bulunduğu durumu yadsımasın ve derdini derman sahibi bir makama layıkıyla arz etsin.
Bu noktayı aşağıdaki parça biraz daha netleştirebilir:
“Ve keza, herşeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne dalâlet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalâletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü'minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir.” İşarat-ul İ’caz
Küfür ve dalaleti ve bunların zararlı neticelerini başkalarında görebildiğimiz gibi, kendimizde de görebiliriz. Hatta kendi şahsi tecrübelerimizden edindiğimiz izlenimlerin üzerimizde daha çok etki bırakacağını söylemek yanlış olmaz. Bu demek değil ki bile bile küfre ve dalalete gireceğiz. Zira bazen oluyor ki bir düşünce tarzının küfrü ve dalaleti barındırdığını sonradan yani belli bir öğrenimin neticesinde farkediyoruz. Bazen de şuurumuzla küfrün ve dalaletin mahiyetini anlamaya çalışıyoruz – aynen şu cümlede belirtildiği gibi:
“Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi küfür değildir.” 21. Söz
Her iki durumda da küfür ve dalalet iman ve hidayetin tekamülüne yardım ediyor. Bir başka deyişle, imanın ve hidayetin yolu küfür ve dalaletin tecrübesinden geçiyor.
Dalalet ve küfür burada tekamülümüze yardım ettiği gibi, neticeleri de ahirette lezzetimize yardım ediyor:
"لَهُمْ’ün takdimi hasrı ifade ettiğinden, beynennâs, Cennetin onlara tahsis kılındığına ve dolayısıyla ehl-i nârın da perişan hallerini onların gözleri önüne götürmeye sebep olduğuna delâlet eder. Ve bu itibarla Cennetin lezzeti artar ve kıymeti tezahür eder."
İnsan kıyas yapmadan ne bir şeyi anlıyor, ne tekamül ediyor, ne de lezzet alıyor.