Alak

خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ

“O, insanı bir alak’tan yarattı.” 96:2

Alak (عَلَق) kelimesi bu zamanda embriyo şeklinde çevriliyor ve Türkçe’de kullanılan alâka ve muallak kelimeleri ile aynı kökü paylaşıyor. Ragıb-el İsfahani’ye göre bu kelime “bir şeye yapışmak / tutunmak” demek. Arapça sözlüklerde asılı olma anlamından da bahsediliyor. Dolayısıyla, bu kelimenin embriyo manası “rahim duvarına tutunan döllenmiş yumurta” şeklinde açılabilir.

Mustafa İslamoğlu’nun bu kelime hakkında ilginç bir notu var:

‘Alak ve ‘alâka maddî olarak “embriyo ve hücre”, mânevî olarak “sevgi ve ilgi-alaka” anlamına gelir. Doğru tercih ikincisidir. Zira hem bu pasaj insanın embriyolojik kökenini değil mânevî boyutunu ele almaktadır hem de âyetin başındaki el-insan’dan dolayı buradaki ‘alak’ın, sadece insan soyuna ait bir şey olması gerekir. Oysa embriyolojik mânada ‘alak (embriyo, hücre) diğer memeli canlıları da kapsayan ortak bir özelliktir. İbn Fâris el-‘alâkayı el-hubbu’l-lâzım li’l-kalb (kalb için gerekli olan sevgi) diye tanımlar (Mekâyîs). İnsanın anne karnındaki embriyolojik gelişim sürecini ele alan Hac 5, Mü’minûn 14, Mü’min 67, Kıyame 37’den farklı olarak bu bağlamda, embriyolojik olmaktan çok ontolojik olmak durumundadır. Bunu destekleyen bir husus da geçtiği tüm diğer yerlerde (5 kez) dişil formda ‘alâka olarak gelirken sadece burada ‘alak formunda gelir.

Dişil formdan kastettiği عَلَقَة. Gerçekten de, bu kelime 96:2 hariç diğer ayetlerde hep dişil formda geçiyor ve aklımıza “neden 96:2’deki kullanım eril formda?” sorusunu getiriyor. Bu sebepten ötürü İslamoğlu bu ayeti “O, insanı sevgi ve alâkadan yarattı” şeklinde çevirmiş. Fakat alâka kelimesinin Arapça’daki karşılığı عَلَق değil عَلَاقَة.

Eril form olan عَلَق ile el-insan arasında ilişki olduğu söylenebilir. Dişil formu (عَلَقَة) kullanan diğer ayetler her bir insana ait özel bir embriyodan bahsederken, 96:2 tüm insanlardan ve genel bir “embriyodan yaratılma” hadisesinden bahsediyor.

Bununla beraber, İslamoğlu’nun çizgisinde alak kelimesinin memeli hayvanlarınkinden farklı ve insana özel bir manasının izlerini sürebiliriz. Bu hususta alternatif bir mana olarak benim aklıma “içine doğduğumuz kültüre tutunmamız” geliyor, ki bu alâka ile de alakalı, zira bir kültürü paylaşan insanlar arasında çeşitli alakalar olur. Social constructivist öğrenme teorilerinin vurguladığı gibi, kültür insanın zihinsel gelişiminde nihayet derecede önemli bir rol oynuyor. Tek başına büyüyen çocuklar hayvan mertebesinden insaniyete geçemiyor. Doğum öncesi ana rahmine tutunan embriyo, doğum sonrası önce anneye sonra da içinde yetiştiği toplumun kültürüne tutunuyor. Bu süreç dahilinde çocuk anadilini ediniyor ve o lisan ile toplumun norm ve değerlerini öğreniyor. Diğer bir deyişle, doğum öncesindeki biyolojik tutunmayı doğum sonrasındaki manevi tutunma takip ediyor ve bu ikinci tür tutunma sadece insana özel.

Eğer bu mantıklı ise, 96:2’nin şu şekilde de meallendirilebileceğini söyleyebiliriz:

“O, insanı biyolojik ve manevi (kültürel) bir tutunma üzere yarattı.”

İşte vahiy böyle bir tutunma halindeki insanı muhatap alarak varlığını neye tutundurması gerektiğini talim ediyor:

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun!” 3:103

Tutunmak nedir bilmeseydik, Allah’ın ipine tutunmak bize birşey ifade etmezdi. Vahiy bu aleme geldiğimiz andan itibaren tecrübe ettiğimiz biyolojik ve beşeri tutunmalarımızı temele alarak, varoluşsal emniyetimizi ve saadetimizi ne tür bir tutunmanın temin edebileceğini bize ders veriyor: vahyin ve risaletin rehberliğinde gelmiş ve gelecek tüm eşya ile Allah adına cemaat olarak, yani kainat ağacına asılı bir meyve olduğumuzu idrak ederek ve tüm eşya ile cümlemizin Rabbi adına şefkat temelli bir alâka kurarak.