Ahiretin İnsana Verdiği Gaflet
Ahirete imanın gayet önemli olduğunu biliyoruz. Lakin aşağıdaki ilginç cümlede, ahiretin insana gaflet verebileceği söyleniyor:
“İ'lem eyyühe'l-aziz! Gafil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor.” Mesnevi-i Nuriye
Ahiretin dünyanın bitişiğindeki bir menzil olduğunu zannetmek ne demek ve bunun gaflet ile ne alakası var? Cümlenin Arapça orijinali (metindeki sayfa 216, pdf sayfa 217) şöyle:
Ümit Şimşek (sayfa 313) bu cümleyi açarak meallendirmeyi tercih etmiş:
“9. İ'lem: Nefis, dünyayı âhirete raptetmek suretiyle gafletini idame ettirir. Güya dünya esastır, âhiret dünyanın müntehâsıdır! Halbuki durum bunun tersidir, yani asıl olan âhiret hayatıdır; dünya onun mezraasından ibarettir.”
Metnin orijinaline tam sadık kalarak çevirmeye çalışırsam:
“Bil ki ey aziz! Nefis, gafletini dünyayı âhiret ile raptederek idame eder—âhiret dünyanın nihayetindeymiş gibi. Hayır! Hakikatte ahiret dünyanın ma’kusudur (zıddıdır).”
Dikkatimi çeken hususları şu şekilde sıralayabilirim:
Nefse gafil demiyor, gafleti idame ettirdiğini söylüyor. Maksat nefsin nasıl çalıştığını anlamak, yoksa onu şamar oğlanına çevirmek değil.
“Nihayet” kelimesi Abdülmecid Nursi çevirisinde geçen “bitişik” kelimesinden biraz daha açık. Ahireti dünya hayatının nihayetine eklemlemenin bir gaflet alameti olduğunu söylüyor.
Cümlenin “Hayır! Hakikatte ahiret dünyanın ma’kusudur.” kısmı Abdülmecid Nursi çevirisinde yok. Ümit Şimşek ise cümleyi asıl-mezraa kavramlarını da dahil ederek ifade etmiş.
Kırmızıyla işaretlediğim kelimelerin sonundaki iki muttasıl zamir de dünya için kullanılıyor. Dolayısıyla, o kısmın “durum bunun aksidir” yerine “ahiret dünyanın zıddıdır” şeklinde çevrilmesi daha doğru. Müellif takip eden cümlelerde ahiretin dünyanın zıddı olmasından neyi kastettiğini açıklıyor.
O halde bir sonra gelen cümlenin orijinalini ve çevirilerini de buraya alalım:
فبتصور الآخرة - ولو مع الشك - تتخلص من دهشة فناء الدنيا و ألم الزوال، وبسبب الغفلة او الشك تريد الخلاص من كلفة العمل للآخرة وتنظر الى الاسلاف الميّتين، كنهم احياء غائبون، فلا تعتبر بالموت
Abdülmecid Nursi (erisale.com): “Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümitvar olur. Âhiret için lâzım olan a'mâl külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak, sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor.”
Ümit Şimşek: “Fakat nefis, şüphe ile olsa bile âhiretin tasavvuruyla, fenâ-i dünyanın dehşetinden ve zeval eleminden kurtulmaya çabalar; gaflet veya şek sebebiyle de âhiret için çalışma [amel etme] külfetinden kurtulmak ister. Ölüp gitmiş olan geçmişlerine baktığı zaman, sanki onlar hayatta imişler de gözden kaybolmuşlar gibi bakar, ölümden ibret almaz.”
Ümit Şimşek çevirisi orijinaline yeterince sadık kaldığından, bu kısmı bir de benim çevirmeme gerek yok. Sadece köşeli parantezin içindekiler bana ait. Burada bence önemli olan husus, ahiret için gerekli olan amelin ne olduğu. Bunun cevabı zaten cümlenin sonunda verilmiş: ölümden ibret almak. Ahiret için gerekli amel ahiretten bağımsız tarzda belli bazı ritüelleri yapmak değil, fenadan beka çıkarmak. Bu da fenâ-i dünyanın dehşetini ve zevalin elemini çekmeden olmuyor. “Bunlar bizim için değil inanmayanlar için; biz ise ahirete namzetiz” diye düşünmek taklidi bir tavır ve ahiret hususundaki şüphe ve tereddütlerimizi izale etmiyor.
Devam edelim:
وكثيراً ما يثبت عروق مطالبها الدنيوية في ارض الآخرة للتأ بيد بدسيسة ، ان تلك المطالب لها وجهان: وجه الى الدنيا لاثباتَ له، بل هباء منثوراً. ووجه الى الآخرة تتصل اساساته بارضها فتدوم، كالعلم مثلا له وجه مظلم ووجه مض . فالنفس الش يطانة تريك المض وتُبلعك المظلم. 4
Abdülmecid Nursi: “Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki, ‘Matluplarımın dünyada semereleri olmasa da esasları âhiretle muttasıl ve âhirette faideleri vardır’ diye mütesellî oluyor. Meselâ, ilim gibi, ‘Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardır’ diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.”
Ümit Şimşek: “Dünyaya ait arzularının [dünyevi isteklerinin] ekserisini de bir hile ile âhiret ülkesinde kökleştirip sabit kılarak ebedîleştirmek ister. Zira bu arzuların iki yüzü vardır. Biri dünyaya bakar, sebatsızdır, heba olup gidicidir. [1] Diğeri âhirete bakar, temelleri [esasatı] âhirete bitişiktir, bu sebeple daimîdir. Meselâ ilmin bir karanlık, bir de aydınlık yüzü vardır. Şeytan[î] nefis, sana aydınlık yüzünü gösterip karanlık yüzünü yutturur.”
Burada da Ümit Şimşek çevirisi orijinaline yeterince sadık ve ben köşeli parantez ile bazı eklemeler yaptım. Varlığa meftun olan nefis, eğitiminin başında sadece dünyevi şeyler gördüğünden ve onların sebatsız ve heba olan mahiyetlerini sevemediğinden, onları kendi nazarında daimileştirmek istiyor. Vahyin terbiyesi olmadan derdine derman bulamıyor ve tek çare olarak seküler veya dindar tarzdaki ahiret anlayışını devreye sokmak zorunda kalıyor. Seküler ahiret anlayışından kastım, “ben ölsem de, benden sonra namım yürümeli, insanlar beni hatırlamalı, eserlerimi bilmeli” türünden ölüme karşı geliştirilen savunma mekanizmaları. Buna kendi ölümünü nihai son olarak düşünmemek de diyebiliriz (dikkat lazım, zira kendini dindar bilenlerden de bu tür düşünceler sudur edebilir). [3] Dindarların başındaki desise ise, “bu yaptığım şeylerin faydasını şimdi görmesem de, ahirette (yani dünya hayatının nihayetinde, gelecekte) göreceğim” demek.
Ölüm hem sekülerlerin hem de dindarların dünyada aldıkları tüm lezzetleri acılaştırıyor ise, yapılması gereken ne? Eşyayı talep etmekten vazgeçmek değil, elde etmek istediğimiz şeylerin ahirete bakan vechesine [2] muhatab olmak, çünkü o veche daimi—edinilen ilmin burada kişiye cennetin bir lezzetini tattırması gibi. Fakat fenanın dehşetini ve zevalin elemini yani ahiret için gerekli olan amelin külfetini çekmediğimiz ve ölümden ibret almadığımız sürece, ilgilendiğimiz eşyanın ahirete bakan vechesini bulamıyoruz.
Ölümden ibret almakla ilgili şu parçayı dikkate alalım:
“Hadiste اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَادِمِ اللَّذَّاتِ (ev kemâ kàl) yani, ‘Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz’ diye bu rabıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.” 21. Lema
Müellif bu parçada tam ihlası kazanmak için geleceğe fikren giderek ölümü şu anda müşahede etmek gerektiğini söylüyor. Hatta sadece kendi ölümümüzü değil, asrımızın ve hatta dünyanın ölümüne nazar etmeliyiz ki, biz öldükten sonra eserlerimizin veya bizi hatırlayanların varlığının devam etmesiyle kendimizi avutmayalım ve ölümün hakikatinin şuuruna tam anlamıyla varalım. Bu gerçekleşmeden akla gelen veya getirilen ahiret fikri fena ve zevalin şiddetini azaltarak içinden geçmemiz gereken sürece kısa devre yaptırıyor, gafletimizi artırıyor ve ölümün tefekküründen almamız gereken hasılatın verimini düşürüyor. Bu hataya düşen kimseye (ki bu en başta kendimiz) “ahireti de nereden çıkardın?” diye sormamız gerekiyor. Bugüne kadar milyon kez ahireti konuşmuş da olsak, tahkik gereği, an itibariyle tecrübe ettiğimiz fenanın dehşetini ve zevalin elemini tatmalıyız ki, ihlası tam kazanıp fenadan bekaya yeni bir yol arayalım. O halde, eşyanın dünyaya ve ahirete bakan vechelerini net bir şekilde ayırmak ve ahirete bakan vecheyi dünyaya bakan vechenin tam zıddı (ma’kus) olarak bilmek bir hayli elzem gözüküyor.
Ahiretin dünyanın zıddı olarak tanımlanması garibimize gidebilir. Zaten müellif ahirete imanı özel olarak çalıştığı yerlerde onu “zıt” mefhumuyla tesis etmiyor. Bahis konusu İ’lem’de ise maksat ahiret fikrinin yanlış kullanımının önüne sed çekmek. Ne zaman ki nefis ahireti ölüm hakikatini kendinden uzaklaştırmak ve dünyayı esas tutmak için [7] kullanıyor, o zaman ona “hayır, ahiret dünyanın zıddıdır” diyor. Nefsin yanlış tevehhümünü yıkmak için böyle bir dil kullanıyor. Maksat yıkım, ahirete imanın tesisi değil. Bu sebepten ötürü, bu alemi baki ve sabit ahiret aleminin zıddı olan fena ve zeval ile nitelendiriyor. Bu da akla “her nefis ölüm tadıcısıdır” 29:57 ayetini getiriyor. Derdimizi büyütmemiz, bir elimize duayı diğerine istiğfarı vermemiz, “çok şükür müslümanız, bu inanmayanların hali ahirette kimbilir nasıl olacak” diye düşünmeyi nefsin desisesi olarak görmemiz gerekiyor.
Benzer bir söylem Mesnevi-i Nuriye’nin aşağıdaki parçasında da (pdf sayfa 256) var: [6]
Burada da nefsin ahireti dünyanın fena ve zevalinden kurtulma maksadıyla istimal etmesinin yanlışlığından bahsediliyor. Ana fikir ve düşülen hata aynı. Dünyanın zeval ve eleminden kaçmak isteyen nefis, ahiret fikrini gündeme getirerek kendine bir savunma mekanizması geliştiriyor. Bunun seküler ve dindar versiyonlarına yukarıda değindim. Nefsin içine düştüğü hatanın temeldeki sebebi, bu alemi esas almak. Kainat dediğimizde aklımıza sadece alem-i şehadet geliyorsa, biz de bu kategorideyiz demektir. Zira bu alem kendi başına var değil, bilimum gayb alemleri (misal alemi, ahiret alemi, ruhlar alemi, mana alemi, berzah alemi, vs.) ile beraber bir sistem halinde işliyor olmalı. Fakat bu tür bir anlayışa bu alemin fenasının ve zevalinin elemini çekmeden ulaşılmıyor. Müellif bunu yapmaktan kaçan nefsini “bâkî Cennet meyvelerini daha olgunlaşmadan şu yalancı bostanda yiyorsun” diyerek azarlıyor. Nefis devekuşu gibi davranmayı bırakıp fenanın eleminin dibine vurmalı ki, medet talep etsin ve vahyin rehberliğinde bekanın esas, buranın ise tebei olduğu onun düşünce aleminde tüm hakikatiyle (olgunlaşarak) zuhur etsin.
Ahiretin dünyanın zıddı (ma’kus) olması meselesini konuyla ilgili diğer kavramlara da bağlayabiliriz. Mesela:
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster.” 10. Söz
Numune menbanın, gölge de aslın zıddı denebilir. Dünyada tecrübe edilenin ahirettekinin zıddı olduğunun şuurunda olunduğunu gösteren bu cümle ancak ahirete imanın tahkik edilmesi neticesinde söylenebiliyor. Bir başka deyişle, eşyanın ahiretteki asıl, sabit ve menba versiyonlarının bu aleme gölge ettiğini ve buradaki versiyonların numune mahiyetinde olduğunu ancak fenayı ve zevali tecrübe edenler ve ölümden ibret alanlar farkedebiliyor. [4]
Bunu yapmayınca, sebatı olmayan dünya hayatını (لاثباتَ له) onun sonuna eklemlediğimiz ahiret anlayışımız ile sabitlemeye çalışmak zorunda kalıyoruz. Ettiğimiz imanın, kıldığımız namazın, verdiğimiz sadakanın, vs. burada pek bir faydaları yok gibiyse, mutlaka ahirette (gelecekte) faydaları olacağını düşündüğümüzden dolayı onları yapmaya devam ederiz ve böylece onları hayatımızda sabitleriz. Bu da nefsin ahireti dünyanın nihayetine raptettiğinin delili oluyor. Nefsin bu desisesine karşı teyakkuzda olmalıyız ki, yaptığımız amellerin faydalarını burada göremeyişimizi problematize edelim ve bir çaresini arayalım. İki cihan saadetine girebilmenin şartı, ölüm hakikatinden kaçmamak, onun dehşetini derinden derine hissetmek ve Rabb-ur Rahim’e dua ve istiğfar ile iltica etmek. [5]
Ümit Şimşek’in başta alıntıladığım İ’lemin ilk cümlesinin çevirisine bir kez daha değinerek konuyu sonlandırayım. Ahireti dünyanın nihayetindeki “gelecek” bir alem olarak tasavvur ettiğimizde, dünyanın yani alem-i şehadetin bizim nazarımızdaki “asıl varlık” mertebesine halel gelmiyor ve ahiret için “oraya gidince göreceğiz” diyoruz. Halbuki hakikatte asıl varlık ve asıl hayattar olan ahiret (29:64); burası ise onun kararsız ve sürekli çalkalanmaya ve bozulmaya maruz bir gölgesi mesabesinde. Bu sebepten olsa gerek, Ümit Şimşek parçanın ilk cümlesini
“Güya dünya esastır, âhiret dünyanın müntehâsıdır! Halbuki durum bunun tersidir, yani asıl olan âhiret hayatıdır; dünya onun mezraasından ibarettir.”
şeklinde açarak çevirmiş. Her ne kadar cümlenin Arapça orijinalinde “Güya dünya esastır… asıl olan âhiret hayatıdır” terkipleri geçmese de, bu eklemelerin takip eden cümlelerde verilmek istenen mesaj ile uyumlu olduğu kanaatindeyim.
- [1] وَقَدِمْنَٓا اِلٰى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ فَجَعَلْنَاهُ هَبَٓاءً مَنْثُورًا “Onların yaptıkları amellere yöneldik ve onları heba olmuş ve saçılmış zerrelere (küllere) çevirdik.” 25:23
- [2] Eşyanın Sânî’in esmasına bakan güzel bir vechesi daha var (bakınız 32. Söz). Konu ahiret anlayışının yanlış kullanımı olduğundan, müellif bu vecheyi gündeme getirmemeyi tercih etmiş.
- [3] “Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyası var. Adeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiş. Fakat herkesin hususî dünyasının direği, kendi hayatıdır. Ne vakit cismi kırılsa, dünyası başına yıkılır, kıyameti kopar. Ehl-i gaflet, kendi dünyasının böyle çabuk yıkılacak vaziyetini bilmediklerinden, umumî dünya gibi daimî zannedip perestiş eder.” 26. Lema
- [4] Ahiretin dünyaya gölge etmesi ve menba olması hakkında şu yazıya bakılabilir.
- [5] Saadet-i ebediye ile dua-istiğfar arasındaki ilişki hakkında şu yazıya bakılabilir.
- [6] Bu parçayı dikkatime sunan Fatmanur Köksal’a teşekkür ederim. Abdülkadir Badıllı tercümesi: “Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.” Ümit Şimşek tercümesi (sayfa 370): “Ey nefs-i emmâre! Sen en güzel arzularında bile ithama müstehaksın. Zira âhiret işlerine iştiyak gösterecek olsan bile, bunu mânâ-yı harfî ile yapıyorsun, ta ki dünya fânîliğiyle senin üzerine çöküp de keyfini kaçırmasın. Bu durumda, âhiret arzusu, fenâ eleminden tesellîye yaramış oluyor! Yazıklar olsun senin bu alçak himmetine! Bâkî bir Sultanı, hakîr, denî ve zâil birisine nasıl hizmetkâr ediyorsun? Ve Sultanın daimî sarayının altından aldığın cevherlerle süslü sütunlarla, bir kısım hayvânâtın bir geceliğine barındığı bir han yapıyorsun! Ve o sarayı kendi başında parçalıyor ve bâkî Cennet meyvelerini daha olgunlaşmadan şu yalancı bostanda yiyorsun!”
- [7] Varlığı veya kainatı sadece alem-i şehadetten ibaret bilen kimse dünyayı esas tutmuş demektir. Hakikatte ise alem-i şehadet ahiret aleminin bir numunesi mahiyetinde. Biz her ne kadar bunu kabul etsek de, bu kabulumuz sadece bilgi mahiyetinde. Biz bu aleme gözümüzü açtığımızdan itibaren varlığı buradan ibaret biliyoruz ve gayet normal olarak burayı esas alıyoruz. Bizim default düşünce tarzımız esbaba tesir vermek ve burayı esas vücud bilmek üzerine kurulu ve bu herkes için geçerli. Vahyin eğitiminden geçtikçe, bu yerleşik kanaatlerimizin esbabın tesirinin olmadığı (iman-ı billah) ve ahiretin asıl, buranın ise numune mahiyetinde olduğu (ahirete iman) şeklinde değişime uğraması gerekiyor.