Cismaniyeti bırakmak ne demek?

“Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.” 17. Lem’a

ve

“Esma-i İlahiyenin en cem’iyetli âyinesi cismaniyettedir.” 11. Şua

gibi cümleler sanki birbiriyle çelişiyormuş gibi. Sanki bir yandan cismaniyetten tecerrüd etmek gerektiğini söylüyor, bir yandan da cismaniyetin ne kadar önemli olduğundan dem vuruyor. Hangi sözün hangi makamda söylendiğini dikkate almadan ne demek istendiğini anlayamayız. Evet, cismaniyet esma-i ilahiyenin en kapsamlı bir aynası ve cismaniyet olmadan esma-i ilahiye tanınamıyor. İşbu sebeple biz bu alemdeki serencamımıza maddeyi ve cismaniyeti esas alarak başlıyoruz. Fakat burada aldığımız eğitim nisbetinde maddenin ve cismaniyetin esas değil tebei ve maddenin mana ile kaim olduğunu da zaman içinde farketmemiz gerekiyor. Bir kitabın varlığında onun manasının esas, fiziksel yapısının tebei olması gibi.

Hiçbir kitabı fiziksel boyutu olmadan okuyamıyorsak, o halde cismaniyeti bırakmak ne demek? 4. Şua’da dendiği gibi,

“en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayatla o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.

Hem insaniyeti verdi. O insaniyetle o nimet-i vücut mânevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı.

Hem İslâmiyeti bana ihsan etti. O İslâmiyetle o nimet-i vücut âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi.

Hem iman-ı tahkikîyi in'âm etti. O imanla o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı…”

Biz ilk etapta kendimizi bedenimizden, kainatı da alem-i şehadetten ibaret biliyoruz. Cismaniyette kalmak, bu türden bir varlık anlayışının değişmemesi demek. Halbuki bu cüzi beden bize büyüsün ve çoğalsın, önce alem-i şehadeti, sonra diğer tüm alemleri içine alsın diye verilmiş. Kendimizdeki bu muazzam potansiyelin farkında değiliz.

Kainat anlayışımızın sair gaybi alemleri içine alması bizim için şahsi (personal) bir anlamı var, zira insan tüm alemlerin bir fihristesi mahiyetinde – aynen aşağıdaki parçada anlatıldığı gibi:

“Evet, nasıl ki insanın anâsırları kâinatın unsurlarından; ve kemikleri taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcârından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları arzın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de, insanın ruhu âlem-i ervahtan; ve hafızaları Levh-i Mahfuzdan; ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden; ve hâkezâ herbir cihazı bir âlemden haber veriyorlar ve onların vücutlarına kat'î şehadet ederler.”

Normalde biz yukarıda isimleri geçen alemleri sadece ismen biliyoruz; onlarla her an direk bağlantılı olduğumuzun farkında değiliz. Kainatı alem-i şehadetten ibaret bilince, “insan kainatın fihristesidir” önermesini de “insan alem-i şehadetin fihristesidir” diye anlıyor ve kodluyoruz. Default düşünce tarzımız bu alemi esas aldığından, dindar dahi olsak zihnimizin cismaniyeti esas almayı bırakıp kalb ve ruhun derece-i hayatına girmesi hiç de kolay bir hadise değil. Kolay diyen ne dediğini bilmediğinden öyle der.

Dilerseniz bu konuya Kur’an’dan bir örnek verelim:

وَبُرِّزَتِ الْجَح۪يمُ لِمَنْ يَرٰى

"Ateş (cehennem) görenlerin karşısına çıkartılır." 79:36

Cehennem onu görenlerin karşısına çıkartılıyor, zira herkes onu görmüyor ve herkesin (özellikle de dindarların) ciğeri gereği gibi yanmıyor.

فَاَمَّا مَنْ طَغٰى

“Artık kim haddi aşarsa” 79:37

Kimmiş o haddi aşanlar?

وَاٰثَرَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۙ

“Ve dünya hayatını seçerse.” 79:38

Halbuki dünya hayatı yerine dünya-ahiret dediğimiz sistemi seçmesi gerekiyordu. Ayette geçen اٰثَرَ fiili eser ve tesir kelimeleriyle aynı kökü paylaşıyor. Mesela sebeplere tesir vermek, eşyayı sebeplerin yaptığını yani eşyanın onların eseri olduğunu düşünmek demek. Buna binaen, 79:38 “dünyaya tesir verirse” şeklinde de anlaşılabilir. Sebeplere tesir vermemek iman-ı billah ile alakalı. Dünyaya tesir vermemek ise ahirete imanla alakalı, zira dünyanın karşısındaki alternatif dünya-ahiret dediğimiz varlık sistemi. Varlığı alem-i şehadetten ibaret bilen kimse dünyaya tesir vermiş oluyor. Daha önce belirttiğim gibi, bu bizim default düşünce tarzımız. Kur’an bunun böyle olmadığını söylüyor.

Bir başka örnek:

اِنَّهَا تَرْم۪ي بِشَرَرٍ كَالْقَصْرِ

“O (cehennem) kasır (saray) gibi kıvılcımlar fırlatır.” 77:32

Saray gibi olan bu aleme manayı ismi ile nazar ettiğimizde, onu kendimiz için cehennemin fırlattığı ve ciğerimizi yakan koca bir kıvılcıma çeviriyoruz. 79:36’da belirtildiği gibi, cehennem buradaki kıvılcımı tecrübe edenlerin karşısına çıkarılıyor. Başkalarını hata ve hüsran içinde, kendilerini ise istikamette gören ve manayı ismi nazarın kıyasi ve eğitime bakan değerini gereği gibi takdir etmeyen kimi dindarlar burada ciğerlerini yakan bir kıvılcım tecrübe etmiyorlar ki, karşılarındaki cehennemi görebilsinler. Buna ilaveten ve belki de daha önemlisi, kıvılcım ve ateşi yani dünya ve ahireti beraber işleyen bir sistem olarak düşünmemiz gerektiği açık olsa gerek.

Bu bağlamda aşağıdaki hadis-i kudsîye de (kimileri sıhhatine itiraz etmiş) değinelim:

مَا وَسِعَنِى سَمَاۤئِى وَلاَاَرْضِى وَلٰكِنَّ وَسِعَنِى قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.” El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.

Bu hadisi kalb ve ruhun derece-i hayatına giren kimsenin kalbine tüm alemler sığar ve ruhu tüm alemlere inbisat eder diye anlayabiliriz. [1] Bir ağacın meyvesinin kalbindeki tohumuna tüm ağacın genetik bilgisinin sığması gibi. Fakat biz ilk etapta ne ağacımızın, ne meyve olduğumuzun ve ne de kalbimizdeki potansiyelin farkındayız. Vücudumuzu da meyvenin üzerindeki her an fena ve zevale maruz zardan (bedenden) ibaret biliyoruz. Etrafımızdaki dalların (cansızlar), yaprakların (nebatat), çiçeklerin (hayvanat) ve meyvelerin (insanlar) sadece suretlerini / zahirlerini görüyoruz ve kesret içindeyiz. Kesretin ardındaki vahdeti görmek için ağacı ve tüm azalarını zahiri ve batınıyla, evveli ve ahiriyle beraber tanımak ve varlık anlayışımızı temelden değiştirmemiz lazım. Varlık tanımımız temelden değişmediyse, kainat mefhumumuz tüm alemleri içine almadıysa ve buradaki tecrübelerimizin sair gayb alemleri ile bağlantılarını görmediysek, ahirete ve gayba gereği gibi iman etmiş değiliz ve önümüzde daha katedecek yol var demektir.


  1. [1] Benzer bir ifade İşarat-ul İ’caz’da da var: “[iman insanın kalbine] öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki, insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.”